ÖYKÜ: ADADA - EMEL TAŞKESEN


İş yerimden çıkmadan önce e-postalarıma baktım. İklim değişikliği ve iklim değişikliğinin insan psikolojisi üzerine etkileri konulu sempozyum davetiyesini gördüm. Yüksek lisansını psikoloji alanında yapmış bir çevre mühendisi olarak konu hemen ilgimi çekti. “Hem de adada!” dedim sevinçle. Şu yoğunluktan iki gün bile uzaklaşmak çok iyi gelecekti bana. Gözlerimin konuşmacı listesine kaymasıyla Ömür’ün adını görmem bir oldu. Bu ilk kez olmuyordu. Yıllardır beni heyecanlandıran her mesleki sempozyumda onun adını konuşmacı listesinde görüyor, onunla karşılaşmaktan kaçtığım için bulunduğu yerlere gitmiyor ama fakültedeyken hep konuştuğumuz konularda yazdığı, beni heyecanlandıran bilimsel makalelerini takip ediyordum.

 

Onunla aynı şehirdeyken ayrılmak, kısa bir süre sonra hasretle yeniden kavuşmakla sonuçlandığı için, bu kez son ayrılışımızın ardından yalnızca ondan değil, bulunduğu şehirden de uzaklaştım. Gideceğimi ortak arkadaşlarımız aracılığıyla haber vermiştim ama onunla vedalaşmamıştım. Belki de vedalaşsaydık, şimdi her gitmek istediğim yerde karşıma çıkmazdı.


Kapıdan başını uzatan arkadaşım Nil, “Akşam canlı müzik dinlemeye Ağaç Ev’e geliyorsun değil mi?” diye sordu sevimli bir gülümsemeyle. “Bakalım,” dedim düşünceli bir şekilde. Arkadaşım, “Gel gel çok eğleneceğiz,” deyip çıktıktan sonra, sisteme girip izin dilekçemi yazdım.

 

İtalya’ya uçtum, oradan feribotla Malta Adası’na geçtim. Sonunda Ömür’le karşılaşmaktan çekinmemiştim; sadece ufak bir hile yapmış, onun gitmiş olabileceği günü seçmiştim. Programa göre Ömür’ün sunumu bir önceki gündü, muhtemelen yoğun iş temposuna kaldığı yerden devam etmek üzere çoktan Ankara’ya dönmüştü. Onun bir gün önce ayak bastığı yerlerde gezmek, belki oturduğu bir sandalyeye oturmayı göze almak, bir tür karşılaşma sayılmaz mıydı? Ya da bir gün önce kahve içtiği bir fincanın yıkanıp bana servis edilmesi ihtimali? Bu da onunla karşılaşmanın başka bir yolu olamaz mıydı?

 

Yolculuk, günlük yaşamın rutininden uzaklaşmak, iyi gelmişti. Deniz kenarındaki eski otele girdim. Çatı katındaki küçücük odamın el kadar penceresinden baktığımda tüm Akdeniz’i ve adanın tarihi yapılarını görebiliyordum. İçim içime sığamazken bavulumdan bikinimi çıkarıp soluğu deniz kenarında aldım. Gözlerimi kırpmadan daldım suya. Yüzeye çıktığımda derin bir nefes alıp sevinçle bağırdım. Ömür dün buradaydı, bugün yoktu. Ve hayat, kaldığı yerden devam ediyordu.

 

Tarihi manastırın bahçesi sempozyuma uygun şekilde düzenlenmişti. Güneşten korunmak için beyaz çadırlar gerilmiş, plastik sandalyelerle sıcak, samimi bir ortam yaratılmıştı. Sandalye bulamayanlar manastırın taş duvarlarına oturmuşlardı. Elimdeki programa şöyle bir göz attıktan sonra bahçeye girdim. Taş duvarda esmer, kırlaşmaya başlamış dağınık saçları, kirli sakalları, geniş omuzlarıyla, otuzlarının ortalarında olduğunu tahmin ettiğim oldukça çekici bir adam oturuyordu. Göz göze geldik. Olgun, ölçülü bir şekilde gülümsedi bana. Kalbim hızla çarpmaya başlamışken, boş olan tek sandalyeye doğru yürüyor, arkamdan bana bakıp bakmadığını düşünüyordum. Sadece bir an için arkama baktığımda nereye oturduğumu görmeye çalıştığını fark ettim. Oturunca, duştan sonra alelacele başımın üstünde topladığım ıslak saçlarımdaki beyaz, fildişi, kancalı tokayı çıkarıp parmaklarımı zarifçe saçlarımın arasında gezdirdim. Ruhani ortamın etkisinden midir bilmem, sesler birbirinin içinde çöküp kayboluyor, renkler iç içe geçip sadece beyaza kesiyor, adamın yanından geçerken hissettiğim teriyle karışmış parfüm kokusu başımı döndürüyordu. Tanımsız bir mutluluk içinde yüzüyor gibiydim. Kendimi yokladığımda yaşadığım duygunun ve algısal çarpıklıkların ruhani ortamdan falan değil, düpedüz adamdan hoşlanmamdan kaynaklandığını anladım.  Ömür’den ayrıldığımdan beri ilk kez başka birinden etkilenmiştim! Olabilir miydi? Başka biriyle mutlu olabilir miydim? Sunuma odaklanamıyor hevesli görünmemek için arkama dönüp adama bakamıyordum. O bana bakıyorduysa muhtemelen arkadan sadece saçlarımı görüyordu. Neyse ki saçlarım güzeldir! Az önce argan yağlı şampuanla yıkamış olduğum saçlarım sıcaktan hemen kurumuş, hafif dalgalanmıştı. Ömür dün buradaydı bugün yoktu ve benim başka biriyle mutlu olma ihtimalim vardı. Saçlarım güzeldir!

 

Sunumlar bitip soru cevap ve temenni kısmına geçildiğinde adamın dikkatini çekebilmek için düşünmeden elimi kaldırdım. “Adım Ada. Türkiye’den katılıyorum,” deyip maalesef saçma sapan bir temennide bulundum.

 

Oturumun bitmesinin ardından arkamdan bir ses duydum. “Hanımfendi!” Yaşlı bir adam Michigan Üniversitesinde Profesör olduğunu söyleyip kendini tanıttıktan sonra “Özgün bir düşünce tarzınız var, etkilendiğimi söylemek isterim,” diye söze başladığı için arkama dönüp esmer adamın nereye gittiğini görme şansım olmadı. Tam da saçma temennimle ilgili mesleki birkaç cümle kurmaya hazırlanmışken adamın gözlerinde sönmeye yüz tutmuş, yorgun bir çapkınlık ışıltısı gördüm. O, konuyla ilgili konuşmaya başlamışken, yaşına hürmeten, kendini ispat etme şansını ondan esirgememeye karar verdim ve tam o sırada önümden geçmekte olan Ömür’ü gördüm. “Merhaba,” diye seslendim şaşkınlıkla. Birkaç saniyelik şaşkınlıktan sonra sanki dün ayrılmışız gibi bir samimiyetle yanıma oturdu. “Naber kız, ne işin var burada?” Onu tanıyordum, afalladığını belli etmemek için samimiyete sığınmıştı. Aynı koya bende sığındım ve gülümsemeye çalıştım.

 

Profesörün konuşması nihayet sona erdiğinde, manastırın taş duvarına yan yana oturduk. “Çok değişmişsin. Yolda görsem tanımazdım seni,” dedi. Kalbim kırıldı. Ama metanetimi bozmadan, “Sen de çok değişmişsin. Çok yakından geçmeseydin, ben de seni tanımazdım,” dedim, altta kalmamak için. “Çok yakın,” sözcüklerine buruk bir sevinçle gülümsedi. Yüzündeki canlılık silindi, omuzları çöktü. Gözlerini yere indirip kendi kendine yineledi, “Çok yakın...” Aradan geçen onca yıla rağmen beraber olduğumuz zamanlarda olduğu gibi hemen aynı duyguya girmiştim onunla. Başımı yere eğerek, “Çok yakın,” dedim içimden buruk bir sevinçle. Göz ucuyla ona şöyle bir baktığımda sıcaktan boncuk boncuk terlediğini gördüm. Benim tarafıma çadırın gölgesi düşüyordu, “Bu tarafa geç,” dedim. Yüzüme bakmadan, “Geçmeyeceğim,” dedi. Sesinde kırgınlık vardı. Bir şey söylemedim ama onu güneşten korumak en önemli şeymiş ve ben bunu yapamıyormuşum gibi sıkıntıya kapıldım. Bir süre sessiz kaldıktan sonra, “Tamam geçtim,” deyip diğer yanıma oturdu. Sıkıntıya kapıldığımı, ezilip büzülmemden anlamış, kıyamamıştı bana, buna sevindim. Bir an göz göze geldiğimizde sempozyumun ilgimi çektiğini o yüzden geldiğimi söyledim yapmacık bir şekilde. Yapmacık olduğumu anlamış beni daha fazla zorlamamak için gözlerini yere eğmişti tekrar. Sonra birkaç dakika konuşmadan önümüze baktık. Dayanılmaz bir şekilde susadığımı hissettim. “Ben susadım,” dedim. Dalgın bir şekilde önüne bakmaya devam ediyordu. “Ben su almaya gidiyorum,” dedim. Önüne bakmaya devam etti. Birkaç adım attıktan sonra başıma keskin bir ağrı saplandı. “Ben gidiyorum,” demiştim. O ise yalnızca önüne bakmıştı; başka hiçbir şey yapmamıştı. Gitmeme izin vermişti yine, eskiden olduğu gibi. İçim birden boşaldı, bayılacak gibi sendeledim. İnsan beyni tuhaf bir şeydi. Geçmişte acıdan korunmak için yıllarca bastırılan, düşünülmeyen, bu yüzden de hiç işlenmemiş duygular, tanıdık bir davranışla birlikte hafızanın karanlık köşelerinden çıkıp geri geliyordu. Meğer gitmeme izin vermesini istememişim. Arkamdan gelsin, "dur" desin istemişim. İçim boşalmıştı. Anlam gitmişti. Kaybolmuştum. Arkama baktım. Ömür, iki büklüm hâlde hâlâ önüne bakıyordu.


Su almadığım gibi Ömür’ün yanına da geri dönmedim, biraz kırgın biraz kızgın, adımlarımı sıklaştırıp kalabalığın içine karıştım. Manastıra geri dönmedim. Hava kararıncaya kadar adayı dolaştım, kaybettiğim bir şeyi arar gibi.  Ara sokaklarda kayboldum.

 

Otele döndüğümde ne kadar yorulduğumu fark edip hemen duşa girdim. Çıktığımda tek isteğim, klima sayesinde serinlemiş beyaz çarşaflara kendimi bırakmaktı. Ama bir de ne göreyim, Ömür’ün hayali sessizce karşımda dikilmiş, derin derin bana bakıyordu. Bir an irkildim. Havluma sıkıca sarınıp yatağın ucuna oturdum. Ellerimle şakaklarımı ovuşturmaya başladım.

 

Yanıma ilişti. Öyle güzel bakıyordu ki, hemen çözüldüm. Ömür’ün hayaliyle birlikte, onunla yaşayamadığımız her şeyi bir çırpıda yaşadım. Her şey yaşanıp bittikten sonra, ter içinde sırtımı döndüm ona. Arkamdan sarılmıştı; parmakları saçlarımda dolaşıyordu.
Kulağıma fısıldadı:


—Ada.
— Efendim, canım?
— Ama ben sana dememiş miydim?
— Ne demiştin, canım?
— Ömrüm senin dememiş miydim?

 

O anda, onsuz geçirdiğim yılların tüm acısı yüreğime çöreklendi. “Ya bi git Ömür, ömrüm geçti benim,” dedim ağlayarak. Aradan geçen yıllarda yasın tüm evrelerini yaşayıp durmuştum: inkâr, öfke, pazarlık, depresyon… Bir ileri, iki geri, keklik gibi sekerek, hiçbir zaman son evreye geçememiştim. Kabullenmeydi son evre. Ve artık kabul ediyordum: Ömür'ü, onunla yaşayamadıklarımı ve tamamlanmış bir yasla geçip giden yıllarımı kaybetmiştim.

 

Ertesi gün öğleden sonra kalkacak feribotu beklerken sempozyum merkezine yakın bir yerlerde geçen günkü temennimle ilgili bir gurupla konuşarak biraz zaman geçirdim. Hava bozmaya başlamıştı. Deniz dalgalanmaya, hafif hafif yağmur atıştırmaya başlamıştı. Uzaktan yaşlı profesörü gördüm. Manastır bahçesinde oturan genç bir kadının yanındaki sandalyeye ayağını koymuş, dizine yaslanıp kibirli kibirli bir şeyler anlatıyordu. Kadının ayıp olmasın diye dinlediği her halinden belliydi. Profesör beni görünce el sallayıp yanına çağırdı, dudağımı bükerek başımı çevirdiğim yerde Ömür’ü gördüm yine. Sonunda onunla vedalaşmanın vakti gelmişti.

 

Arkası dönük şekilde oturuyordu, ona doğru ilerlerken birden bir şimşek çaktı ve dalgalar yükseldi. Hafiften atıştıran yağmur şiddetlenmeye başladı. Adada son anda meydana gelen olumsuz hava koşullarından dolayı feribotların iptal edilebileceği anons edildi. Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü, burada daha fazla Ömür’le beraber kalamazdım. Onunla vedalaşıp hayatıma kaldığım yerden devam etmek istiyordum. Yavaşça arkasına doğru ilerledim. Usulca elimi omzuna uzattım. Arkasına döndü, gülümsedi, kolumu bileğimden sıkıca kavradı. “Dün gittin, kayboldun yine,” dedi imalı bir şekilde.  Elimi çekmeye çalıştım ama Ömür daha sıkı kavradı. Neredeyse çekiştirmeye başladığı elimi güçlükle kurtarıp, “Hoşça kal,” dedim. Hızlı adımlarla feribot iskelesine doğru yürürken birini görme umuduyla son bir defa sempozyum alanına baktım. Esmer adam taşlıkta oturmuş bana bakıyordu. 

 

Tam enter tuşuna basacakken vazgeçtim. Masamın üzerinde acil yetiştirilmesi gereken onlarca dosya, tamamlanması gereken projeler vardı. Kaç gün soluksuzca çalışacak, kaç gece sabahlayacaktım. Önce Ağaç Ev’e gitmeli kızlarla bir güzel eğlenmeli, gecenin tadını çıkarmalıydım. Bileğimdeki ağrıyı dindirmek için elimle biraz ovaladıktan sonra ne zamandır başımın üstünde şöyle bir çevirip topladığım saçlarımdaki beyaz, fildişi, kancalı tokayı açtım. Parmaklarımı saçlarımın arasında gezdirip saçlarımı zarifçe taradım. Saçlarım güzeldir.

CONVERSATION