ÖYKÜ: S.F. GOYA - EMİNE ÖRS
Soğuk… Nefret ederim soğuktan. Her yerim üşüyor, sanki gözlerimi açmamı engelleyen rüzgârdan bir örtü var. Bir türlü kendime gelemiyorum, ağzımı bile açamıyorum sanki kilitliymiş gibi. Üzerimde yırtık bir kıyafet var, demek bu yüzden çok üşüyorum. Yavaş yavaş gözlerimi açıp nerede olduğumu anlamaya çalışıyorum. Ama etraf karanlık ve gökyüzü sanki siyah bir kartonla kaplanmışçasına boğuk, kasvetli. İnsanın kemiklerini ısıtan güneşe de ulaşamıyorum ve gözlerimi bu karanlığa alıştırmaya çalışıyorum. Kollarım birbirine kenetli bir hâlde, soğuktan uyuşmuş bacaklarımı yavaşça hareket ettirip önümdeki toprak yolda ilerlemeye başlıyorum. Etrafta kimse yok, nerede bu insanlar? Yerler ıslak ve çamur, ayakkabılarım da yok. Lanet olsun! Her yerim kirli. Pislikten nefret ederim. Ayakkabılar… Evde mi unuttum yoksa. Oysa bu kılıkta sokağa çıkmam ki ben. Ağaçlar var, rüzgâr estikçe üzerime geliyorlar. O kadar ıssız bir yer ki sanki ilahi bir el ensemden tutup buraya atmış beni. Korkuyorum. Bir tek ben mi bu hâldeyim, kıyamet mi koptu acaba, yoksa artık yaşamıyor muyum ? En son evimde televizyon izlediğimi hatırlıyorum. Ailem… Annem yemek pişiriyordu, kardeşim yan koltukta uyuyakalmıştı. Annem bana seslenmişti. Peki ben ne yaptım, ondan sonrası yok aklımda. Kafamdaki cevapsız sorularla ilerliyorum.
Az ötede bir ışık var, ışığa doğru gidiyorum. Sanki aradığım o sıcak güneş küçülmüş de beni orada bekliyor gibi büyük bir hevesle koşmaya başlıyorum. Ben koştukça ışık uzaklaşıyor. Yerler iyice ıslandığından mı nedir dibe batıyorum gibi. Zorla ilerliyorum. Biraz daha yaklaştığımda bir sürü insanın o ışığın etrafında toplanmış olduğunu gördüm. Ama bir gariplik vardı. İnsanlar âdeta heyecandan gözleri kör olmuşçasına ışığa bakıyorlardı. Üzerlerinde bende olduğu gibi paçavradan, eski püskü kıyafetler vardı. Sanki ilk çağlara geri dönmüş gibi hissettim. Işığa bakamıyordum çünkü gözümü alıyordu ama etrafında üzümler olduğunu gördüm. Saydım, on bir üzüm vardı. Etraf cansız çiçeklerle doluydu. İnsanların yüzleri de en az gördüğüm çiçekler kadar solgundu. Oturan bir adama yaklaştım. Dönüp bakmadı bile. Yüzüne doğru eğilip neler olduğunu ve buranın neresi olduğunu sordum. Yine yüzüme bakmadan eliyle yanına oturmamı işaret etti. Ne garip bir durumun içindeyim acaba? Şaka olamayacak kadar gerçek, gerçek olamayacak kadar ürkütücüydü her şey. Adamın dediği gibi yaptım ve yanına oturdum. Herkes hâlâ ışığa bakıyordu ve bir anda etrafa yoğun bir sis çökmeye başladı. Işık o kadar parlaktı ki sisin yoğunluğu bile onu etkilemiyordu. Işığın önünde bir şey belirmeye başladı. İnsana benzemeyen büyük bir şey. Yok artık, gözlerim bozuldu galiba. Bu bir domuzdu. Nasıl olabilir böyle bir şey. Domuzun kafasında fötr bir şapka, üzerinde insanların giydiği takım kıyafetlerden vardı. Elinde yılanlı bir baston vardı ve bastona yaslanarak ağır ağır ışığın içinden çıkıp bizlere doğru yürümeye başladı. İnsanlar bir anda bağırmaya, tabiri caizse sevinç naraları atmaya başladılar. O yaklaştıkça kafasında horozlarda olan ibiklerden olduğunu gördüm. Hayvan denemeyecek kadar şekilsiz ama tapılacak kadar da korkutucuydu. İçinden çıktığı ışık ise onu olduğundan daha da büyük gösteriyordu. O sırada domuz kalabalığın susması için elini kaldırdı, evet elini kaldırdı. İşaret parmağında parlak kırmızı taşlı bir yüzük gözüme çarptı. Yanımdaki adam ve birkaç kişi bir anda fırlayıp domuza doğru koşmaya başladılar. Daha ne olduğunu anlayamadan domuzun oturması için eğildiler. Koskoca insanlar bir yaratığa sandalye oldular. Sanki o geldikten sonra soğuk daha da arttı, bacaklarım kaskatı kesildi. Işık kör edercesine çoğalıyordu. İlk defa aydınlıktan nefret ettiğimi hissettim. Ayağa kalkmaya çalıştım ama olmuyor. Domuz, bu sefer yılanlı sopasını kaldırdı ve tiz bir ses kulaklarımda çınlamaya başladı. İnsanlar bir anda robot gibi ayağa kalkıp ilerlemeye başladılar. Nereye gidiyorlar? Ben de mi onlarla gitsem acaba? Kalktım, onlar gibi davranmaya çalışarak ilerlemeye başladım. Eğer onlara uyum sağlamazsam farklı olduğum anlaşılacak diye korkmaya başladım. Korkuyorum… Anlarlarsa ne olur acaba? Bilmiyorum. Uyuşuk uyuşuk yürümeye devam ettim. Karanlıktan nereye gittiğimi bile göremiyorum. Açım. Soğuğu iliklerime kadar hissetmek ve yaşadığım akıl almaz şeyler açlığımı bile unutturmuştu bana. Ama yiyecek hiçbir şey yoktu etrafta. Market, bakkal hiçbiri yoktu. Evler vardı ama yıkık döküklerdi. Sanki terk edilmişti yürüdüğüm yerler. Benim yaşadığım mahalleye benzemiyordu burası. Her şey paramparça bir enkazdan ibaretti. Biraz daha dikkatli bakmayı denedim. Hepsi birbirinin aynısı olan yollardan yürüdüğümüzü fark ettim. Sağlam kalan bir dükkân gördüm, tabelasındaki yazı ilgimi çekti. ‘’EL SUENO DE LA RAZON PRODUCE MONSTROUS’’. Ne demekti acaba? Bildiğim bir lisan değildi bu, üzerinde çok fazla durmadım. Yürümeye devam ediyoruz, yol bozuk bir saat gibi aynı sonsuzlukta uzadıkça uzuyordu. Yorulmuştum ama duramazdım, çünkü diğerleri de yürüyordu. Bugün günlerden neydi ? Pazar mı yoksa Salı mı, bilemiyorum. Birisine sorsam cevap alabilir miydim acaba? Yanımda yürüyenlerden birisine tarihi sordum. Çukurlaşmış gözlerini bana çevirerek ‘’3 Mayıs 1808’’ dedi. Şaka mıydı bu? Aklımı kaçırıyordum sanırım. Olamaz böyle bir şey. Hayır…
Tarihte geriye mi gitmiştim, yoksa… En son evdeydim, kanepemde uzanmıştım. Ev sıcacıktı. Ben huzurluydum. Peki evdeki o huzurlu kişi bensem, şu an ki ben kimim ? Her şey hayal olamayacak kadar gerçek. Hissettiğim korku ve soğuk, kulağımdan gitmek bilmeyen o tiz ses ve görmüş olduğum o yaratık, benliğime kazınan acı bir gerçek oldular. 3 Mayıs 1808… 3 Mayıs 1808… İçimden tekrar ediyorum ama hiçbir çağrışım yaratmadı bende. Yorulduğumu hissetmeye başladım ama içimdeki merak beni ayakta tutan tek dürtüydü. Yanımdaki kişinin bana cevap vermesi az da olsa ümitlendirmişti beni. Az önce gördüğüm yazı bildiğim bir dil değildi. Yürürken hiç bildiğim dilden yazılara da denk gelmedim zaten. O an farklı bir ülkede olma ihtimalimi düşündüm ve alacağım cevaptan korkarak yanımdakine nerede olduğumuzu sordum. ‘’No te escaparàs!’’ dedi. Az önce ne dediğini anlamıştım ama şimdi ne demek istiyordu. Hangi lanet dildi bu ! Anlamıyorum. Sonra bir ses geldi, GÜM! Yüzümde bir sıcaklık hissettim, uzun bir süre sonra ilk defa sıcak bir şeyler algıladım ama soluma dönmemle az önce konuştuğum kişinin yere yığıldığını görmem bir oldu. O zaman bu sıcaklık… Başım döndü, düşecek gibi oldum. Arkamızda birileri vardı, bizim gibi olmayan ve bizden daha güçlü birileri. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm…
Artık zaman algımı kaybetmeye başladığımı hissediyorum. Aynı sonsuz yol, sanki kavurucu çöllerden birindeyim ama yolumu kaybetmişim ve akbabalar büyük bir açlıkla tepemde dönüyor gibi. Gözlerimi açık tutmaya çalışıyorum. İleride bir karaltı var. Bir eşek, sandalyede oturuyor. Halüsinasyon mu görüyorum ne. Elinde büyükçe bir kitap, yanından geçerken bizlere gülüyor. Hiç kimse fark etmiyor mu bunu. En önde giden domuz elini kaldırdı ve herkes durdu. Ah! Sonunda, artık yürüyecek takatim kalmadı. Biraz dinlenmek ve neler olduğunu öğrenmek istiyordum. Ama ben tam bunları düşünürken ön tarafta insanların yığıldığını gördüm. Yine az önce duyduğum gümbürdeyen sesler içinde insanlar sırayla aşağıya düşüyordu. Bunu görünce bağırmaya, üstümü başımı yırtmaya başladım. Hiç kimse tepki vermiyordu sanki ölü toprağı dökülmüştü üzerlerine. Herkes başına gelecekleri kabullenmiş gibiydi. Ayaklarım geri geri gitmeye başladı ama arkamdakiler beni ittiriyordu. İleride artık yol kalmadığını ve bir uçuruma yani sonumuza doğru yürüdüğümüzü anladığımda her şey için çok geçti. Az önce yürümekten şikâyet ettiğim için, üşüdüğüm için pişmandım çünkü hayat belirtisi taşıdığım son eylemlerimdi bunlar. Aklımdaki cevapsız sorularıma hâlâ bir yanıt alamamıştım.
Kulaklarımdaki o tiz ses anlamlı kelimelere dönüşmeye başladı. Bir kadın sesleniyor. ‘’Goya… Francisco Goya...GOYA!’’ O kim ki? Ben olmadığından eminim. Yine o ışık yansımaya başladı, karanlıkta tutulan bir fener misali üzerimize tutulan. Işıkla başlayan yolum yine o uğursuz ışık hüzmeleriyle bitiyordu. Uçurumun dibine geldim ve GÜM!