Saatime
baktım, daha zamanım vardı. Yolumun üzerindeki çay bahçelerinden en sık uğradığıma girdim.
Kalabalıklar arasında etrafa göz gezdirdim usulca. Deniz kenarındaki masada
oturan arkadaşlarımı görünce yanlarına doğru ilerledim. Selam verdim, yakınında
bulunan boş sandalyeyi çekerek oturdum. Nedim, oturduğu yerden
arkasına doğru bakındı. Etrafta boş bardakları toplayan çaycıyı görünce eliyle
işaret yaparak seslendi, “Bize üç çay.” Çaycı, boşları toplamak için gelince
“Benimki açık olsun. Limon da olursa sevinirim.” dedim. O da “Tamamdır abi,” deyip,
tepsisinde oluşmuş küçük dağla çay ocağının yolunu tuttu.
Çay
isteme faslı sona erdikten sonra Arif, “Kızının üniversite sınavı nasıl geçti? diye
sordu Nedim’e. Nedim düşünceli bir ses tonuyla, “Türkçe, matematik iyi geçmiş
ama fen sorularında takılmış. Paniklemiş,” diye cevapladı. “Oysa çok çalışmıştı.
Denemelerde derecelere giriyordu. Ama sınavda stresten eli ayağı birbirine
girmiş. Bazı doğru cevaplarını silip yanlışları işaretlemiş. Çok üzüldü
sonrasında.”
Arif,
”Haberlerde izledim. Sınavdan çıkanların çoğu sınav sorularının zorluğundan bahsetti.
Ağlayanları bile vardı. Çok da kafasına takmasın,” diye teselli etmeye çalıştı onu.
“Hangi bölümü istiyor? diye araya girdim. Nedim, “Abisi gibi o da endüstri mühendisliğini
istiyordu,” diye cevapladı. Arif tekrar söze girdi, “Şimdiden daha bir şey
belli olmaz. Bakarsın istediği fakülteye girer.”
“Alacağı
puanın denk geleceği yüzdelik dilim önemli,” dedi Nedim. “İstediği fakültedeki bölüme
gitmesi için iyi bir yüzdelik arasına girmesi gerekiyor. Ona da söyledim. Bu
sene olmazsa seneye daha iyi hazırlanır, tekrar girer.” Arif, “İyi yapmışsınız.
Ama şu da var, o stresi yeniden yaşamak çok zor. O yüzdelik dilimler filan, ne
olacağı belli olmuyor, inşallah gerek kalmaz.” dedi. Hep birlikte “İnşallah.”
diye karşılık verdik.
“Üç
çayınız,” dedi çaycı geldiğini belli ederek. Dumanı tüten çayları masaya
bıraktı. “Limon demiştim,” dedim hafif serzenişle. Çaycı, “Bi dakka abi,” deyip
çay ocağının önünde duran çocuğa beni göstererek seslendi. “Abiye limon getir.”
Çaylarımızı
yudumlarken Arif tekrar sözü aldı, “Benim iş arkadaşımın oğlu üniversitede
mimarlık okuyor. Arkadaşlarıyla birlikte müzik grubu kurmuş. Böyle olunca
dersleri ihmal etmiş, dönemi uzatmış. Babası artık oğluna yalvarıyormuş, fakülteyi
bitir de ne iş yaparsan yap, diye. Böylesi de var.”
“Şimdiki nesil böyle,” dedi Nedim omuzunu
silkerek. “Küçük kardeşimin oğlunun kafası zehir gibi. Ama derslerine
asılmıyor. Önümüzdeki yıl üniversite sınavına girecek güya, hiç oralı değil.
Bir an önce iş hayatına atılıp para kazanmak istiyor. Ders çalışacağı yerde
gitmiş dayısının yanında inşaat işlerinde çalışıyor. Kardeşim çok dertleniyor
ve kızıyor. Hanımı da, dokunma, ters teper, diyormuş.”
Arif,
“Çalışsın,” dedi, “iyi yapıyor, şimdi üniversite okumak bir anlam ifade etmez
oldu. Yine de gitmiş, bir zanaatın ucundan tutmuş sonuçta. Ne okusun? Çocuklar
da haklı ya, ne bileyim.”
Masada
konuşulanları sadece dinliyordum. Mevzuların bana ne kadar uzak olduğunu fark
ettim. Sessizliğimi Arif gördü. “Seninki nasıl?” diyerek oğlumu sordu.
“Daha iyi. Derste. Onu almaya gideceğim birazdan,” dedim. Sözü fazla da
uzatmadı Arif. Kafasını salladı sadece. Saatime baktım yeniden. Vakit
yaklaşmıştı. Çay parasını ödemek istedim. Arkadaşlar müsaade etmeyince teşekkür
edip kalktım.
Oğlumu
almaya giderken yol boyunca çay bahçesinde konuşulanları düşündüm. Her biri
çocuğunun geleceğiyle meşguldü. Acaba, dedim kendi kendime oğlum hangi bölümde
okumak isterdi? Bilemedim, bilmiyordum, hiçbir zaman da bilemeyecektim belki.
Kapısında
‘Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezi’ yazan kurumdan içeri girdim. Bekleme
odasına geldiğimde birbirlerinden ayrı özelliklere sahip özel öğrenciler
öğretmenlerinin ellerini tutarak ailelerinin yanına geliyorlardı. Birkaç dakika
sonra oğlum da geldi. On altı yaşında gencecik bir delikanlı olmuştu artık. Boyu
boyuma yaklaşmıştı, şimdiden uzun boylu olacağı belliydi.
Önce
etrafına bakındı. Beni görünce yanıma doğru geldi. “Nasılsın?” dedim gülümseyerek. Cevap vermek
istemedi. Üstelenmesini sevmediğini bildiğimden tekrar sormadım, sadece başını
okşadım. Öğretmeni, “Bugün Metin ile renkler üzerinde çalıştık. El kasları için
takıp çıkarma alıştırmalarını yaptık. İyiydi. Sonlara doğru sıkıldı ama
istediklerimin çoğunu yaptı. Değil mi Metin?” diyerek oğluma göz kırptı.
Oğlumsa hiç oralı olmadı. Sadece koluma girip çıkmak istediğini belli etti.
Kolumda yeni yeni kabuk bağlayan tırnak izlerinin acısını hissetsem de
çaktırmamaya çalıştım.
Eve
doğru giderken çay bahçesinde konuşulanları tekrar hatırladım. Kafamda düşünceler
dolaşırken oğlum kolumu çekiştirdi. Gülümsüyor, çakmak çakmak gözleriyle bana
bakıyordu. “Nasılsın,” diye sorunca “İyiyim, sen?” dedim. İşaret parmağını
yanağına doğru götürdü ve “Öp,” dedi. Önce elini, sonra yanağını sevgiyle
öptüm. Limon kokuyordu her zamanki gibi. O an esen ılık rüzgâr, yanağımdaki
tuzlu suyu kurutmakla kalmadı, aklımdakileri de alıp götürdü uzaklara.
CONVERSATION