ÖYKÜ: SINAV - SERKAN EROL

 


Saatime baktım, daha zamanım vardı. Yolumun üzerindeki çay bahçelerinden en sık uğradığıma girdim. Kalabalıklar arasında etrafa göz gezdirdim usulca. Deniz kenarındaki masada oturan arkadaşlarımı görünce yanlarına doğru ilerledim. Selam verdim, yakınında bulunan boş sandalyeyi çekerek oturdum. Nedim, oturduğu yerden arkasına doğru bakındı. Etrafta boş bardakları toplayan çaycıyı görünce eliyle işaret yaparak seslendi, “Bize üç çay.” Çaycı, boşları toplamak için gelince “Benimki açık olsun. Limon da olursa sevinirim.” dedim. O da “Tamamdır abi,” deyip, tepsisinde oluşmuş küçük dağla çay ocağının yolunu tuttu.

 

Çay isteme faslı sona erdikten sonra Arif, “Kızının üniversite sınavı nasıl geçti? diye sordu Nedim’e. Nedim düşünceli bir ses tonuyla, “Türkçe, matematik iyi geçmiş ama fen sorularında takılmış. Paniklemiş,” diye cevapladı. “Oysa çok çalışmıştı. Denemelerde derecelere giriyordu. Ama sınavda stresten eli ayağı birbirine girmiş. Bazı doğru cevaplarını silip yanlışları işaretlemiş. Çok üzüldü sonrasında.”

 

Arif, ”Haberlerde izledim. Sınavdan çıkanların çoğu sınav sorularının zorluğundan bahsetti. Ağlayanları bile vardı. Çok da kafasına takmasın,” diye teselli etmeye çalıştı onu. “Hangi bölümü istiyor? diye araya girdim. Nedim, “Abisi gibi o da endüstri mühendisliğini istiyordu,” diye cevapladı. Arif tekrar söze girdi, “Şimdiden daha bir şey belli olmaz. Bakarsın istediği fakülteye girer.”

 

“Alacağı puanın denk geleceği yüzdelik dilim önemli,” dedi Nedim. “İstediği fakültedeki bölüme gitmesi için iyi bir yüzdelik arasına girmesi gerekiyor. Ona da söyledim. Bu sene olmazsa seneye daha iyi hazırlanır, tekrar girer.” Arif, “İyi yapmışsınız. Ama şu da var, o stresi yeniden yaşamak çok zor. O yüzdelik dilimler filan, ne olacağı belli olmuyor, inşallah gerek kalmaz.” dedi. Hep birlikte “İnşallah.” diye karşılık verdik.


“Üç çayınız,” dedi çaycı geldiğini belli ederek. Dumanı tüten çayları masaya bıraktı. “Limon demiştim,” dedim hafif serzenişle. Çaycı, “Bi dakka abi,” deyip çay ocağının önünde duran çocuğa beni göstererek seslendi. “Abiye limon getir.”

 

Çaylarımızı yudumlarken Arif tekrar sözü aldı, “Benim iş arkadaşımın oğlu üniversitede mimarlık okuyor. Arkadaşlarıyla birlikte müzik grubu kurmuş. Böyle olunca dersleri ihmal etmiş, dönemi uzatmış. Babası artık oğluna yalvarıyormuş, fakülteyi bitir de ne iş yaparsan yap, diye. Böylesi de var.”

 

 “Şimdiki nesil böyle,” dedi Nedim omuzunu silkerek. “Küçük kardeşimin oğlunun kafası zehir gibi. Ama derslerine asılmıyor. Önümüzdeki yıl üniversite sınavına girecek güya, hiç oralı değil. Bir an önce iş hayatına atılıp para kazanmak istiyor. Ders çalışacağı yerde gitmiş dayısının yanında inşaat işlerinde çalışıyor. Kardeşim çok dertleniyor ve kızıyor. Hanımı da, dokunma, ters teper, diyormuş.”

 

Arif, “Çalışsın,” dedi, “iyi yapıyor, şimdi üniversite okumak bir anlam ifade etmez oldu. Yine de gitmiş, bir zanaatın ucundan tutmuş sonuçta. Ne okusun? Çocuklar da haklı ya, ne bileyim.”

 

Masada konuşulanları sadece dinliyordum. Mevzuların bana ne kadar uzak olduğunu fark ettim. Sessizliğimi Arif gördü. “Seninki nasıl?” diyerek oğlumu sordu. “Daha iyi. Derste. Onu almaya gideceğim birazdan,” dedim. Sözü fazla da uzatmadı Arif. Kafasını salladı sadece. Saatime baktım yeniden. Vakit yaklaşmıştı. Çay parasını ödemek istedim. Arkadaşlar müsaade etmeyince teşekkür edip kalktım.

 

Oğlumu almaya giderken yol boyunca çay bahçesinde konuşulanları düşündüm. Her biri çocuğunun geleceğiyle meşguldü. Acaba, dedim kendi kendime oğlum hangi bölümde okumak isterdi? Bilemedim, bilmiyordum, hiçbir zaman da bilemeyecektim belki.

 

Kapısında ‘Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezi’ yazan kurumdan içeri girdim. Bekleme odasına geldiğimde birbirlerinden ayrı özelliklere sahip özel öğrenciler öğretmenlerinin ellerini tutarak ailelerinin yanına geliyorlardı. Birkaç dakika sonra oğlum da geldi. On altı yaşında gencecik bir delikanlı olmuştu artık. Boyu boyuma yaklaşmıştı, şimdiden uzun boylu olacağı belliydi.

 

Önce etrafına bakındı. Beni görünce yanıma doğru geldi.  “Nasılsın?” dedim gülümseyerek. Cevap vermek istemedi. Üstelenmesini sevmediğini bildiğimden tekrar sormadım, sadece başını okşadım. Öğretmeni, “Bugün Metin ile renkler üzerinde çalıştık. El kasları için takıp çıkarma alıştırmalarını yaptık. İyiydi. Sonlara doğru sıkıldı ama istediklerimin çoğunu yaptı. Değil mi Metin?” diyerek oğluma göz kırptı. Oğlumsa hiç oralı olmadı. Sadece koluma girip çıkmak istediğini belli etti. Kolumda yeni yeni kabuk bağlayan tırnak izlerinin acısını hissetsem de çaktırmamaya çalıştım.    

 

Eve doğru giderken çay bahçesinde konuşulanları tekrar hatırladım. Kafamda düşünceler dolaşırken oğlum kolumu çekiştirdi. Gülümsüyor, çakmak çakmak gözleriyle bana bakıyordu. “Nasılsın,” diye sorunca “İyiyim, sen?” dedim. İşaret parmağını yanağına doğru götürdü ve “Öp,” dedi. Önce elini, sonra yanağını sevgiyle öptüm. Limon kokuyordu her zamanki gibi. O an esen ılık rüzgâr, yanağımdaki tuzlu suyu kurutmakla kalmadı, aklımdakileri de alıp götürdü uzaklara.

CONVERSATION