Yıkım var dedi birisi. Sesi bulunduğumuz hangarın duvarlarına çarpıp yankılandı. Patron, beş kepçeyi gözden geçirip parmağıyla beni işaret etti. Hurdaya ayrılacağım günü beklerken “Küçük bir gecekondu, iş o kadar da zor değil.” deyip yanımda durdu. Yaşlı operatörüm pişkin pişkin güldü. Anlaşılan, parçalarıma ayrılıncaya kadar yakamdan düşecek değillerdi. Yanımdaki diğer dört kepçe rahat bir “off” çekerken benim içimi dert aldı. Bu kırık dökük hâlimle işten korktuğumdan değil, yıkımlara çok üzülüyorum da ondan. Yapacak bir şey yok. Emir büyük yerden. Koskocaman patron, oyuncak niyetine tutmuyor beni bu hangarda, farkındayım. İstesem de istemesem de seçilmişim bir kere.
Yıkım var! Lacivert tulumu yağ ve mazot lekeli yaşlı operatörün ellerini gördüm. Soğuk, kaba, kirli ve de yuva yıkmaya susamış ellerini. Uzanarak yer yer sarı boyası kalkmış kabuklarımı kopardı, eğilip altıma üstüme bakındı. Ardından zayıf çelimsiz gövdesiyle parmak uçlarında yükselip kapı koluma asıldı. Hemen hemen her yıkım öncesi olduğu gibi direnmeye çalıştım gayriihtiyari. Çabuk teslim olmadım. Her burkulmada parçalarımdan çıkan gıcırtılar canımın acısını efendimin sağır kulaklarına duyurmada yetersiz kaldı. Adamın sert ellerinde kökünden sökülecekmiş gibi kanırdığı kolumun demir inadı tutmaz mı! Ben döverek şekillendirilecek zamanı çoktan geçmiştim, kaba kuvvet karşımdakini yormaktan başka bir işe yaramazdı. Operatörüm kendisiyle aramdaki bu ince çizgiyi göremeyecek kadar yaşlı ve hoyrat bir adamdı. Kolumu sıkmaktan kanı kaçmış avuç içine bakınca deliye döndü. Gerisin geri çekilip arkadaki büyük tekerleklerime tekmeler savurdu. Sararmış bıyıklarının altından salladığı küfürlerin bini bir para… Lastiklerime çarpıp geri dönen tekmelerden acıyan ayaklarının üstünde topallayarak demir basamağıma çıkıp yeniden yapıştı koluma. Bu defaki dokunuşları daha hafif, daha yumuşaktı sanki. “Keskin sirke küpüne zarardır.” derdi emektar bir kepçemiz. Kendimi daha fazla da hırpalatmanın bir anlamı olmadığını görüp gevşettim inatçı akşamlarımı. Açıverdim kapımı. Ama bu yaşımda bana yaptıklarını ona ödetmeden hurdaya dönüşmeyeceğime dair yemin ettim içimden. Öfkeli operatör anahtarı sokup kontağı çevirdi. Tüm gövdemi zangır zangır titreten bir ürpertiyle sarsıldım yerimde.
Motorumdaki inlemeler duyulur duyulmaz başımın üstünden önüme doğru uzayan dirsekli kepçem havada sallandı. Beton zemine dayadığım demir dikdörtgen çenem üşengeç üşengeç yukarı kalktı. Ön tekerleklerim hangarın çift kanatlı açık kapısına yönelirken kontrolüm tamamen elimden çıktı. Bu adamın emrindeyim maalesef…
Yıkım var! Patronumla sıkı fıkı pazarlıktan sonra el sıkışan kel kafalı şişman müteahhit sırıtarak bana baktı. Direksiyonuma asılmış operatöre “Takip et.” anlamında el sallayarak aracına bindi. İri ve yaşlı gövdem, siyah cilalı teninde kâh görünüp kâh kaybolarak bayan Mercedes önden, ben arkasından yollara düştük sabah sabah. Tiplerimizdeki haksız ayrıcalıklar bir yana dursun, hızımızdaki uyumsuzluk nedeniyle ara ara birbirimizi kaybetsek de Mercedes’in en sağ şeritteki dört gözlü beklemeleri sayesinde yeniden buluşuyorduk. Kadın, yollarda ceylan gibi sekiyordu ve bu yaşımda kalan aklımı da başımdan almaya niyetli gibi önümde tüm zarafetiyle salınıyordu. Araç gürültüsü ve korna sesleri arasından operatörümün bile beni kastederek “Bu soykanın yerine o Mercedes’e binmek olacaktı ki kaderde, attıracaktım yolların tozunu be.” diye meşhur bıyık altı mırıldanışını duydum. Yolların tozlu olmayışını boş ver, geceden yağan yağmur sularının asfalt üzerindeki buza dönüşünü bile fark etmiyordu adam. Tekerleklerimin altında çıtırtılarla kırılan buzları duymazdan gelerek kendini büsbütün önündeki araca kaptırmıştı. Bayan Mercedes’e, çevremden akıp giden onca araca ve insanlara zarar vermeyeceğimden emin olabilsem operatörün dalgınlığını fırsata çevirip hafif bir buz dansıyla haddini bildireceğim ama… Şimdilik zamanı değil henüz…
Gökdelenlerin gölgelediği ana yoldan çıkıp gecekondu mahallesine götüren toprak yola saptığımızda sabahtan epey bir zaman geçmişti. Mercedes, birkaç yolcunun beklediği korunaksız otobüs durağının yanında durdu. Biz de arkasına geçtik, “Efendim” motorumu susturdu. Müteahhit aracından indi. Deri kabanının kürklü kolunu yukarı sıyırıp saatine baktı. “Polisleri bekleyeceğiz.” dedi. “Can güvenliğimiz olmadan bu yamyam mahallesine giremeyiz.” gibisinden bir şeyler de geveledi galiba. Operatörüm, her ne kadar işinin hatırına gülümsüyor gibi görünmeye çalışsa da canının sıkıldığını anladım. Kendisi de ayrıldıktan sonra her fırsatta küçümsediği “yamyam” mahalleliymiş ya…
Yıkım var! Yarım saatten fazla bekledik. Sönmüş farlarımın görebildiğince dıştan beyaz, pembe, sarı, yeşil boyalı gecekondu evlerin birbirinin nefesiyle ısındığı mahalleye uzun uzun baktım. Demir kafayla duygusal düşünmüş olacağım ki direksiyonum bu yaşlı küfürbazın elinde olsa bile bu şirin mahallenin ilk yıkımını ben başlatmayacağım diye içten içe tembihledim kendime. Henüz operatörümün anlayamadığı bir arızanın belirtilerini de fren sistemimde hissediyor olmam, bu fikrimde beni destekleyecek gibi görünüyordu. Aniden çalan tiz bir korna sesiyle düşüncelerimden irkildim. Operatörümse kabinin içini dolduran horlamasını şıp diye kesip kafasını buğulu camdan dışarı çıkarttı. Mercedes’in önünde duran polis otosunu görünce yolumuza devam etmemiz gerektiğini anladık. “Polisler de geldiğine göre korkmadan gidebiliriz.” dedi operatörüm kendi kendine ve kontağımı çevirdi.
Gökdelenlerin gölgelediği ana yoldan çıkıp gecekondu mahallesine götüren toprak yola saptığımızda sabahtan epey bir zaman geçmişti. Mercedes, birkaç yolcunun beklediği korunaksız otobüs durağının yanında durdu. Biz de arkasına geçtik, “Efendim” motorumu susturdu. Müteahhit aracından indi. Deri kabanının kürklü kolunu yukarı sıyırıp saatine baktı. “Polisleri bekleyeceğiz.” dedi. “Can güvenliğimiz olmadan bu yamyam mahallesine giremeyiz.” gibisinden bir şeyler de geveledi galiba. Operatörüm, her ne kadar işinin hatırına gülümsüyor gibi görünmeye çalışsa da canının sıkıldığını anladım. Kendisi de ayrıldıktan sonra her fırsatta küçümsediği “yamyam” mahalleliymiş ya…
Yıkım var! Yarım saatten fazla bekledik. Sönmüş farlarımın görebildiğince dıştan beyaz, pembe, sarı, yeşil boyalı gecekondu evlerin birbirinin nefesiyle ısındığı mahalleye uzun uzun baktım. Demir kafayla duygusal düşünmüş olacağım ki direksiyonum bu yaşlı küfürbazın elinde olsa bile bu şirin mahallenin ilk yıkımını ben başlatmayacağım diye içten içe tembihledim kendime. Henüz operatörümün anlayamadığı bir arızanın belirtilerini de fren sistemimde hissediyor olmam, bu fikrimde beni destekleyecek gibi görünüyordu. Aniden çalan tiz bir korna sesiyle düşüncelerimden irkildim. Operatörümse kabinin içini dolduran horlamasını şıp diye kesip kafasını buğulu camdan dışarı çıkarttı. Mercedes’in önünde duran polis otosunu görünce yolumuza devam etmemiz gerektiğini anladık. “Polisler de geldiğine göre korkmadan gidebiliriz.” dedi operatörüm kendi kendine ve kontağımı çevirdi.
Yıkım var! Gecekondu mahallesinin ilk sokağına daldık. Yıkım kervanının başını ben çekiyordum. Polis otosunu arkasına alan Mercedes, çamurlu yolda açtığım tekerlek izini takip ederek peşimden sürünüyordu. Övünmek gibi olmasın, yokuşları benim kadar iyi değildi. Varoşlarda tekerlek çevirmediği o kadar belliydi ki… Önüne düşüp kendisine yol açmama rağmen çamurda sekiz çizdiği görüntüler yansıyordu aynalarıma. Operatör yokuşta beni durdurup demir bir halatla aşağı atladı. Müteahhite daha bir yaranır görünmek için elindeki zincirin bir ucunu, Mercedes’in ön tamponunun altındaki halka demire, diğer ucunu da benim kıçımdaki halka çıkıntıya geçirip bizi birbirimize kenetledi. Zorlansam da kendini olduğu gibi bana bırakmış “Hanımefendiyi” yokuş yukarı taşımadan pek hoşnuttum ve bunu alnımın akıyla başardığım için gururluydum. Aşk demiri bile yumuşatır misali mayışmıştım doğrusu. Nihayetinde denizin ayaklarımızın altında kaldığı ve yokuşun bittiği yere yükseldik. Mahalle birbirine karışmıştı. Her taraftan telaşlı sesler yükseliyordu: Yıkım var!
Kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu bir grup mahallelinin yanına varmadan yavaşlayıp durduk. Polisler araçtan indikten sonra operatör, kapımı sessizce aralayıp aşağı atladı. Direksiyonun arkasında bir şeylerle uğraşıyor gibi oyalanan müteahhit mahalledekilerin tepkisinden çekinerek arabadan inmekle inmemek arasında çekimser kalmıştı. İki polis, ellerindeki tapu senedini mahalledekilere göstererek zorluk çıkarmamaları konusunda uyarınca aracın kapısı açıldı ve müteahhit de aşağı indi. Tapu senedinin üstünde onun adı ve soyadı yazıyordu, köşesinde vesikalık fotoğrafı yer alıyordu. Ayakta durmakta zorlanan yaşlı bir kadın, zayıf omuzlarına sardığı eski şalının altından kuru, titrek ellerini çıkarıp havada sallayarak müteahhitin üzerine yürüdü. “Ölürüm de evimi yıktırmam dememiş miydim sana ha?! O sahte tapuyla yuvama dokunamazsın.” diye aracına yaslanmış müteahhite bağırdı. Kadın, ayağındaki lastik pabucu yolun balçığına saplanmış bırakıp çalı çitle çevirdiği yeşil boyalı evinin bahçesine koştu. Kalabalığın hırgüründen huzursuzlanıp “gokgok” diye sesler çıkaran kırmızı-yeşil kuyruklu horozun dik bakışları eşliğinde zayıf kollarını yana açarak sırtını, evinin yıkmaya hazırlandıkları duvarına yasladı. “Öldürmeden yıkamazsınız!” diye haykırdı. Polislerden biri belindeki silahını hatırlatırcasına ikide bir eliyle düzeltir gibi yaparak kadına doğru adımlayıp kolundan yapıştı. Mahallenin genç delikanlılarından biri “Ne yapıyorsun?” diye yaşlı kadını çekiştiren polise çıkışınca diğer polis memuru koşarak çocuğu arkadan kıskıvrak yakaladı. Genci yüzükoyun çamura yatırdılar. Soğuk soğuk ışıyan kış güneşi gencin bileğindeki metal kelepçede yanıp söndü. “Sen misin devletin görev başındaki polisine karşı gelen!” diyen operatör tulumun paçalarını yukarı katlayıp nispeten kuru ve sert zeminlere basmaya çalışarak seke seke yanıma geldi. Direksiyona geçip kontağı çalıştırdı. Yapacaklarımın sırası gelmişti. Frenlerimin boşaldığından habersiz operatör gecekonduya değil polis aracına doğru ilerlediğimi görünce ne yapacağını şaşırdı. Direksiyon, fren ve tekerlek arasındaki irtibat kopukluğunu fark edene kadar ben önüme aldığım polis arabasıyla birlikte iri bir ağaç kütüğüne çarpıp durmuştum. Herkes yıkımı unutup kazaya odaklanmıştı. Patronun telefonuyla arandıktan sonra işten atıldığını öğrenen operatör, müteahhitle polisler arasında gidip gelmekten helak olmuştu. “Devlet malına verdiğin zararı kuruşu kuruşuna ödeyeceksin.” diyordu polisler, şişko omuzlarını çekerek “Beni ilgilendirmez.” gibisinden bir şeyler söylüyordu müteahhit.
Bendeki hasar çok da büyük olmamakla beraber dikdörtgen çenemin altında kopmalar, kırılmalar hissediyordum. Bu da kazayı hafif sıyrıklarla atlatmıştım demek oluyordu. Küfürbaz operatöre haddini bildirdiğim ve en önemlisi yıkımı geçici de olsa durdurduğum için mutluydum açıkçası. Yolların zengin ve şımarık kadını bayan Mercedes bile ışıldak farlarıyla göz kırparak dayanışma içinde olduğumuzu anlatmaya çalışıyordu sanki. Yoksa bana mı öyle geliyordu…
CONVERSATION