ÖYKÜ: SOLUK MAVİ - CENGİZ ALADAĞ


Sessizlik gökten süzülerek düşmüş, toprağı bir şal gibi örtmüştü. Ne kuş sesi, ne rüzgar. Hava pelte gibiydi, yapraklar bile kımıldamıyordu. Kadın yürüyor, yürüdükçe dünyayı biraz daha sessizleştiriyordu. Saçları uçuşmuyor, eteği savrulmuyordu. Oysa böyle bir Nisan sabahı, hafif de olsa bir meltem yürüyüşe eşlik etmeliydi. Ama sanki bu kadına dokunulmaması için bir karar alınmıştı. Rüzgara yasak gelmişti sanki. Biliyorum, çünkü eskiden esintiyle birlikte salınırdı saçları. İçi kıpır kıpır, adımları hızlı, boynu açık.

Boynundaydım. Soluk mavi, ince dokulu. Mordum ilk taktığında, sakladığı mordan daha koyu. Yıllar geçti, rengim soldu, benden vazgeçmedi. Önceden adım bandanaydı. İçime saçlarını toplar, aynanın karşısında gülümser, dudaklarının iki yanında kıvrımlar belirirdi. İki hoyrat elin boynundan tutup onu duvara dayadığı bir sabah, işe geç kaldığı o kış günü, ilk o zaman fular oldum.

Kadın yorgundu ama yürümeye devam ediyordu. Nereye gittiğini bilmiyordu belki ama geri dönmeyeceği kesindi. Bir yürüyüş, bir yolculuk değildi bu. Kaçıştı. Omuzlarındaki ağırlık içine çöken, veremediği bir nefes gibiydi. Hiçbir şey almadan çıkmıştı evden. Kapıyı sessizce kapatmış, arkasında ne bıraktığına dönüp bakmamıştı.

Ama ben gördüm. Geride kalan duvarların rengi solmuştu. Belki de hiç rengi olmamıştı. Başlangıçta o duvarlarda fotoğraflar vardı, hatırlıyorum. Gülen yüzler, kol kola anlar. Arkada yeni alınmış perdeler, önde mumları yanan pasta ile mutlu pozlar. O perdeleri asarken, saçları öne gelmesin diye beni kullanmıştı. Sonra kahve yapmaya mutfağa gitmiş, bulaşık makinesini boşaltan adam işi bitince arkasından ona sarılmış, bıyıkları kadının yanağına hafifçe dokunmuştu. O zamanlar ben sadece bir süstüm.

Kadın her sabah, her akşam aynı mutfağa girdi. Sarılan olmadı bir daha, yanakları temassız kaldı. Adamın gözlerine her gün biraz daha mesafe koydu. Fakat yeterli olmadı. Bazı şeyleri uzaklaştırmak için mesafeler yetmiyordu.

Bu sabah yatak odasının penceresini açtığında içeri serin bahar havası dolmuştu. Adam uykudaydı, yüzü duvara dönüktü. Kadın başucunda durdu, ona baktı bir süre. O sırada adam uyandı, “Ne dikiliyorsun başımda?” dedi. “Hiç...” diyebildi kadın. Bir el bileğini tuttu, başka bir el yanağında şakladı. “Bilerek mi yapıyorsun? Buz gibi hava giriyor. Elli defa demedim mi sana?” Hayır, elli defa söylememişti, ben biliyordum. Ama itiraz etmedi kadın, sessiz kaldı. Sessizliği korunaklı bir yer sanıyordu.

O sabah kahvaltı edilmedi. Pencere bir daha açılmadı. Adam uzun süre söylendi, kadın bir şey demedi. Sadece sandalyesinde oturdu, dün sildiği parkelere baktı. O pencere başka bir yöne açılsaydı belki her şey farklı olurdu diye düşündüm.

Rüzgarın sert estiği bir başka günü hatırlıyorum. Gri bulutlar denizin rengini değiştirmişti. Ağaçlar çatırdıyor, pencereler titriyordu. Kadın ayakta hareketsiz duruyordu, adam karşısında. O an fırtına içeride bile hissediliyordu. Gözleri donuktu kadının, yanaklarında bir sıcaklık. Sevginin sıcaklığı değil. Sesler yükseldi sonra. Kapılar çarptı, eşyalar devrildi, duvarlar titreyen sırtını hissetti.

Ben saçındayken yürümek onu yormazdı, şimdi bitkin. Durdu. Elini cebine attı. Boştu. Parmakları orada olması gereken bir şeyi arıyor gibiydi. Bir anahtar, bir not kağıdı, belki bir yüzük. Kim bilir, belki bir yara bandı. Yüzü kaygılıydı.

Şimdi biri sorsa, nereye gidiyorsun diye… Ne diyeceğim? Bilmiyorum der miyim, yoksa susar mıyım? Kimseye bir şey anlatmak istemiyorum. Zaten herkes biliyor gibi bakıyor.

Düşüncelerinden kurtulmak istercesine hızla kalktı. İlk sokağa saptı. Duvarları yosun tutmuş binaların olduğu bir sokak. Tabelası okunmaz olmuş, bir zamanlar ne sattığı belirsiz eski bir dükkanın camından içeri baktı. Emin değilim, belki de içeri değil, cama baktı. Bir yansıma görmeyi mi umdu, bilmiyorum. Cam tozlu ve sessiz kaldı.

Caddeye çıktığı yerde otobüs durağı vardı. Metal bankta oturan yaşlı adam başını kaldırıp ona baktı. Göz göze gelmemeye özen gösterdi kadın. Çünkü bazı bakışlar fazlasıyla anlayışlı olabilir. O henüz anlatmaya, anlaşılmaya hazır değildi.

Yürümeye devam etti, durağa doğru bakmadı. Yürüyordu çünkü durmak daha çok acıtıyordu. Her durduğunda bir boşluğun kıyısında buluyordu kendini. Atladı atlayacak gibi. Atlamamanın tek yolu yürümekti.

Gökyüzüne doğru kaldırdı başını. Suskunluğun rengi gibiydi, ne mavi ne gri. Rengini yitiren tek ben değildim. Yüzü de öyleydi. Dudağının kenarında kurumuş kızıllık, yanağında gölgeler. Elini yüzüne götürmedi hiç. O izlere dokunmuyordu. Yokmuş gibi davrandığında daha kolay geçer sanıyordu.

Ben boynundayım. Soluk mavi, ince dokulu bir tanık.

CONVERSATION