Taşıyıcı kemerlerin çığlığı, gece yarısı Karaköy’ün sessizliğini bir bıçak gibi yırttı. Tarihi Subaşı Han’ın 150 yıllık tonozu, Mimar Alp’in gözleri önünde toz bulutuyla çökerken, kırmızı tuğlalar bir yargıç edasıyla süzüldü yüzüne. Gökyüzü bir anda kül rengine bürünmüştü. Kül rengi toz bulutu içindeki İstanbul silueti, Alp’in zihnindeki kaosu yansıtıyordu. Ertesi gün basılan gazetelerin manşetlerinde “Dört yıllık restorasyon, bir gecede enkaz.” haberi yer alıyordu. Babasından miras kalan “Demirtaş Restorasyon” şirketinin adı, gazete manşetlerinde bir ölüm ilanı gibi duruyordu. Şirket, bir gecede iflasın eşiğine sürüklenmişti. Ancak Alp’in ruhunu asıl parçalayan, enkaz altında kalan formen Murat’ın, fısıltı gibi çıkan ama ruhuna kazınan son sözleriydi: “Tuğlalar bağırdı Alp Bey… Çığlık çığlığa!”
Murat’ın son sözleri, Alp’in zihninde bir türlü
dinmeyen bir çığlığa dönüşmüştü. Hastane koridorlarında, Murat’ın karısının
çaresiz ve hınç dolu bakışları ile kızı Buse’nin yaşlı gözleri, Alp’in
vicdanını kemiriyordu. O güne dek, müteahhit babasının gölgesinde, çevresi
tarafından saygın bir mimar olarak tanınan ve konforlu hayatına odaklanmış
başarılı bir iş insanıydı. Mesleğini seviyordu, evet, ama bu süreçte mesleğinin
ruhuyla değil, daha çok mesleğinin kazancıyla ilgilenmişti. Şimdi ise adı, ihanet ve sorumsuzluk ile anılıyordu; kendisini her köşe başında yüzüne
tükürülecek bir zat gibi hissediyordu. Babası müteahhit Cevdet Demirtaş’ın
vefatından sadece aylar sonra meydana gelen bu yıkım, Alp’in omuzlarına hem
şirketin mali yükünü hem de ailesinin itibarının lekelenmesi utancını
bırakmıştı. Geceler boyu uyuyamıyor, tonozun çöküş anını defalarca yaşıyor, o
anın dehşetiyle boğuşuyordu.
Bir sabah kendini rahatlatmak için küçükken hep
ziyaret ettiği, dedesi Mimar Bahattin Demirtaş’ın, namı diğer Mimar Bahattin’in Beyoğlu’ndaki eski
ofisine gitti. Ofis antika eşyalarla dolu ama loş durumdaydı. Dedesinin çalışma
masasına yöneldi ve deri koltuğuna oturdu. Oturduğu koltuktan ofisin tavanı ve
duvarlarına göz gezdirmeye başladı. Duvarda asılı duran tablolardan, altın
yaldız kaplama çerçevesi olan Karadeniz yaylası manzarası dikkatini çekti.
Küçükken buraya geldiği zamanlardan birisinde, dedesinin pencere önündeki
saksının altlığından aldığı bir anahtarı kullanarak bu tablonun arkasında
bulunan kırmızı kapaklı bir kasayı açtığını hatırladı. Koltuğuyla pencereye
döndü ve içinde solmuş ve kurumuş bitki olan saksının altlığını eliyle yokladı. Anahtar ordaydı. Hemen anahtarı eline aldı ve tabloya doğru yöneldi.
Tabloyu asıldığı yerden kaldırdığında, kasanın kırmızı kapağı ile karşılaştı.
Anahtarı deliğe sokup çevirmesi ile kasanın kapağı paslı bir gıcırtı eşliğinde
açıldı. Kasanın içerisinde sadece koyu kahve renkli, eski ve mühürlü bir zarf
vardı. Zarfı eline aldı ve titreyen parmaklarıyla açtı. İçindeki yıpranmış kâğıtta
kendi el yazısı ile şu cümleler karalıydı: “Eğer
bu zarfa ulaştıysanız demek ki çok zor bir durumla karşılaşmışsınızdır. Unutmayın!
Gerçek mirasımız binalar değil, onların ruhudur. Mimar Sabahattin’i bulun ve ona hafızanın harcını sorun.”
Mimar Sabahattin… Bu isim Alp’in zihninde silik bir anıydı. Mimari
camiada İstanbul’un son ser mimarı
diye anılan, kırk yıl önce, dedesi Bahattin ile birlikte kafa kafaya vererek icat
etmiş oldukları harç malzemesinin reçetesini ticari kaygılarla değiştirdiği
gerekçesiyle dedesi Bahattin ile tüm bağını kopartan, o zamanlar efsanevi ancak
şimdi unutulmuş bir isimdi Mimar Sabahattin. Dedesinin bu
satırları, Alp’in dibe vurduğu anda karşısına çıkan bir umut kırıntısıydı. Dedesinin
bu satırları, hem şirketi hem de babasının ve dedesinin mirasını kurtarmak için
son şansıydı. Alp, içindeki boşluğun, sadece tonozun fiziksel çöküşünden değil,
aynı zamanda ailesinin geçmişindeki çözülememiş bir etik çatışmadan
kaynaklandığını hissetmeye başlamıştı. Bu satırlar, onun için bir başlangıç,
bir kefaret yolculuğuydu.
***
Alp, Mimar Sabahattin’in Kasımpaşa’daki
virane halde olan ve nem kokan atölyesinin kapısını çaldığında, geçmişin
ağırlığını iliklerine kadar hissetti. Atölye, dışarıdan bakıldığında terk
edilmiş gibi duruyordu ama içeriden gelen keskin kireç kokusu, burada hala bir
yaşam, hayata ve zamana karşı bir inatlaşma olduğunu fısıldıyordu. Kapıyı açan doksan iki yaşındaki Mimar Sabahattin’in gözleri, Alp’i baştan aşağı süzerken bakışları
bir anda buz kesti. Yüzündeki derin çizgiler, geçmişin öfkesini ve kırgınlığını
taşıyordu: “Cevdet’in oğlu ha? Harcı plastikle kirleten adamın oğlu ve
damadımın ölümüne sebep olan kişiden nefes bile almam! Git buradan, bu
kapı sana kapalı!” dedi ve akabinde kapıyı hızlıca Alp’in yüzüne kapattı.
Alp, yaşlı mimarın kırk yıllık nefreti karşısında kendisini kapana kısılmış
gibi hissetti. Tam arkasını dönüyordu ki, ufak tefek, ama gözlerinin
içerisinde, yaşından büyük bir bilgelik ve derin bir hüzün parlayan, Murat’ın
12 yaşındaki kızı Buse karşısında
belirdi. Gözlerindeki yaşlar kurumuştu ama yüzündeki kararlılık, Alp’i
şaşırttı:“Dedem sizi görmek istemiyor
ama… Ben biliyorum tonozu siz çökertmediniz. Babam hep söylerdi, ‘Alp Bey, eli
temiz ve güvenilir bir adamdır,’ derdi.
Buse’nin samimiyeti ve saf inancı, Alp’in kalbindeki buzları eritti. Mimar Sabahattin’in kapıyı yüzüne çarparak kendisini reddetmesi, Alp’in kendi içinde yaşamış olduğu dışsal ve zorlu bir vicdani çatışmaydı. Buse ise bu çatışmayı aşmak için Alp’e uzanan beklenmedik şefkatli bir el, adeta kaderin ona bir tesellisiydi. Buse, Alp’e sadece bir yol göstermekle kalmayacak, aynı zamanda onu, babasının ve dedesinin etik değerlerle olan mücadelesiyle yani kaybedilen insanlık onuruyla yüzleştirecekti. Alp, bu küçük kızın kendisinden daha olgun bir inanca sahip olduğunu ve onun haksızlığı giderme isteğinin, kendi içindeki hakikat arayışını tetiklediğini fark etti. Bu, bir mimarın kişisel kurtuluş hikâyesinin ilk kıvılcımıydı.
Ertesi hafta Alp, Kasımpaşa’da her sene geleneksel
olarak düzenlenen Karadenizliler Festivali’ne Buse ile beraber katıldı. Festival
alanının ortasında yer alan yeşil açıklık alanda Mimar Sabahattin’i
gördüler. Alp, Mimar Sabahattin’i şaşırtıcı bir çeviklikle, dağların
çağrısına uyarcasına horon teperken gördüğünde şaşkınlığa uğradı. Doksan iki yaşında
bir adam, doğayla iç içe, kendi ritminde, adeta gençlere taş çıkartırcasına
dans ediyordu. Bu manzara, Alp’in modern şehir hayatının karmaşasına ve
sahteliğine ne kadar kapılmış olduğunu yüzüne vurdu. Alp kendi iç düşünce
dünyasında dolanırken, Buse katlanmış
bir kâğıt parçasını eliyle ona doğru uzattı. Eline alıp açtığı katlanmış
kâğıdın içerisinde Alp’in hayatını değiştirecek o cümle yazılıydı: “Taşlar
biz öldükten sonra da konuşur… Biz fanilere, kimin ellerinin terini taşıdığını
fısıldar!”
Tam o an, Mimar Sabahattin’in ayağı kaydı ve
yere yığıldı. İncilen bacağının acısıyla inlerken, Alp tereddüt etmeden onu
sırtına aldı. Alp’in arabasına kadar geçen sürede, yaşlı mimarın sıcak nefesi
Alp’in ensesine vurdu. Bu fiziksel zorluk, yaşlı mimarın gururunu kırıyor, onu
teslim olmaya zorluyordu. Mimar Sabahattin’in Alp’in
kulağına fısıltısı, zamanın perdesini araladı ve geçmişin gölgesi aniden
belirginleşti: “Sen… Deden Mimar Bahattin’e
benziyorsun. O da beni, 1968’de Zonguldak madeninde beraber çalışırken meydana
gelen göçükten sırtında çıkarmıştı… Kömür karası içinde, ölüme yakınken o
taşıdı beni. Hayatımı ona borçluyum…”
Bu itiraf, Alp’in dedesiyle ilgili zihnindeki imajı
yıktı. Bahattin Demirtaş, sadece ticari kaygıları peşinde koşan bir adam değil,
aynı zamanda zor durumda bir arkadaşına yardım eden, vicdanlı, onurlu biriydi.
Bu durum, Mimar Sabahattin’in, Alp’e karşı düşmanlığını azaltırken,
Alp’in kendi iç çatışmasını da başlattı: Babası ve dedesi gerçekten neyin
peşindeydi? Hangi değerler uğruna savaşmışlardı? Bu zorlu yolculuk, Alp’i hem
fiziksel hem de duygusal olarak kırılgan hale getirdi; ancak bu kırılganlık, Mimar
Sabahattin ile aralarında yeni bir köprünün inşasının ilk harcı oldu. Karakterleri arasındaki dramatik gerilim, yerini yavaş yavaş
anlayışa ve güvene bırakıyordu.
***
Hastanenin steril kokan odalarından birisindeki beyaz yatakta
uzanan Mimar Sabahattin’in itirafı, Alp’in dedesi ve babası hakkında tüm
bildiklerini altüst etti. Sesinde hem pişmanlık hem de bilgelik vardı. Gözleri,
uzun yılların yorgunluğunu ve sakladığı sırrın ağırlığını taşıyordu: “Yıkılarak
damadımın hayatını kaybetmesine neden olan tonozun harcında keçi kılı ile
hazırlanmış yün yerine plastik lif
vardı. Dedenle bizim sırrımız buydu! İkimizin de dedeleri, keçi kılı ile
hazırlanmış olan yün liflerin, nemi emip tuğlaları nefes aldırdığını keşfetmişti.
Bu sayede yapılar, zamanın yıpratıcılığına karşı nefes alıp verirdi, asırlar
boyu ayakta kalırdı. Senin baban… Cevdet… Şirketin büyümesi için, maliyeti
düşürmek ve daha fazla iş almak için keçi kılı ile hazırlanmış yün yerine plastik lif kullandı. Tuğlalar nefes
alamadı, tonoz boğuldu. Tıpkı kendi açgözlü ruhu gibi…”
Alp’in yumrukları sıkıldı. Gözlerinin önünden babasının şirket ortakları ve onların acımasız kâr hesapları ile taşeron müteahhitlerin maliyet düşürme baskıları geçti. Babasının, bu vicdan muhasebesi içinde ne kadar zorlandığını, hangi etik ikilemlerle boğuştuğunu hayal etti. Ama bu, sadece babasının hatası değildi. Murat’ın kanından sorumlu olanların, şirketin kâr hırsına yenik düşenlerin ta kendisi olduğunu anladı. Bu bilgi, Alp için hem ağır bir yük, hem de bir kurtuluş yolu oldu. Artık düşman somuttu, çözüm de öyle. Alp, Murat’ın son sözleri ile kendisine neyi ifade etmeye çalıştığını sonunda anlamıştı. Şimdi babasının adını temize çıkarma ve gerçek suçluların peşinden gitme ateşi içinde yanmaya başladı. Bu, onun için bir intikam değil, bir arınma ve dönüşüm yolculuğuydu. Olay örgüsünün düğümü, Mimar Sabahattin’in itirafıyla çözülüyor, Alp'in önündeki yeni çatışma alanı belirginleşiyordu: Kendi ailesinin başkalarının müdahalesiyle evrimleşen sahte mirasına karşı durmak…
Ertesi gün şirkete döndüğünde kendisinin planladığı acil toplantıda, “Demirtaş
Restorasyon”’un yönetim kurulu odası buz gibiydi. Ortaklar, Alp’in toplantı
öncesi her biri için hazırlatmış olduğu brifing notlarında yer alan harç
tarifini küçümseyen bakışlarla süzüyorlardı. Şirketin en yaşlı ve en muhafazakâr
ortağı olan Hayri Bey, soğuk bir ses tonu ve alaycı bir üslupla: “Keçi kılı ile hazırlanan yün mü? Alp,
aklını mı kaçırdın? Plastikten 5 kat pahalı! Bu, şirketi intihara sürüklemekten
başka bir şey değil! Batırırsın bizi!” dedi. Alp’in yüzünde kararlı bir
ifade vardı. Babasının masasında duran ve üzerinde “Bugünün yatırımı dünün
büyümesinden kar etmez.” yazan eski plaketi aldı ve yerden yere
çalmaya başladı. Metalin çatlamasıyla çıkan sesler, Alp’in içindeki değişimin
gürültüsü gibiydi. Metal plaket paramparça olduktan sonra sakinleşerek durdu. Bakışlarını
tek tek tüm ortakların üzerinde gezdirdi. Kendinden emin bir tona sahip sesi ile
toplantı odasının duvarlarında yankılanacak şekilde bir arslan gibi gürledi: “Yıkılan tonozu geleneksel harçla yeniden
öreceğim! Bu sadece bir yapı değil, Murat’ın canının bedeli, dedelerimizin
mirası! Engel olan, Murat’ın kanından
sorumludur!”
Bu sözler, Alp’in kişisel dönüşümünün zirvesiydi.
Artık sadece şirketi değil, etik değerleri ve geleneksel bilgeliği de
savunuyordu. Bu kararıyla Alp, şirketin kâr hırsıyla yoğrulmuş yapısına karşı geleneğin
direnişini başlatıyordu. Mimar Sabahattin’in, torunu Buse
ile Alp’e göndermiş olduğu harç tarifi, Alp’in ortaklarına karşı en büyük
silahı oldu. Tarif titizlikle uygulandı, her aşaması bir ritüel gibiydi:
- Öğütülmüş defne yaprağı
karıştırılmış su içen keçilerin özenle seçilmiş tüyleri,
- Yüzyılların bilgeliğini taşıyan, ince öğütülmüş
çıralı çam reçinesi,
- Antik çağlardan kalma, özel yöntemlerle
hazırlanmış küfeki taşı tozu…
Bu harç, Alp için sadece bir yapı malzemesi değil,
geçmişle gelecek arasında bir köprü, babasının ve dedesinin ruhlarına bir ağıt,
aynı zamanda da bir onur yeminiydi. Ortaklarla olan bu dramatik çatışma,
modern dünyanın kâr hırsı ile geleneksel değerlerin çatışmasını
somutlaştırıyor, Alp’in kararlı duruşu ise karakter gelişimini pekiştiriyordu.
***
Fabrikada yapılacak olan depreme dayanıklılık testinin
günü gelmişti. Fabrikanın deney yapılacak olan kısmında ölüm sessizliği vardı.
Herkes nefesini tutmuş, simülasyon cihazının dev tonozu 7.5 şiddetinde
sallamasını izliyordu. Alp’in kalbi göğsünü zorluyordu, her sarsıntıda kendi
kaderinin de sallandığını hissediyordu. Simülasyonun en şiddetli anında,
tonozda incecik bir çatlak belirdi. Herkesin yüreği ağzındayken, Buse’nin ince,
ama net fısıltısı duyuldu. Küçük parmağıyla çatlağı işaret ederek: “Bakın! Plastik harç kullanılan tonoz
üzerinde çatlak oluştu ve devam ediyor.
Ama yeni harç kullanılan tonoz sapasağlam!”
Buse’nin keskin gözlemi, ortamdaki gerilimi anında
dağıttı. Deney sonucunda, eski plastik harç kullanılan tonozun yıkıldığı
gözlemlenirken, yeni harç kullanılan tonozun, tek parça ve sarsılmaz bir bütün
halinde kaldığı görüldü. Mimar Sabahattin, hastane odasında,
Buse’nin cep telefonundan deneyi ve sonuçlarını naklen izlerken gözyaşları
içinde gülümsüyordu. Ertesi gün, 70 yıllık murç ve çekicini torunuyla
Alp’e yolladı. Üstüne iliştirdiği notta, kırk yıllık küskünlüğün son bulduğu ve
yerini derin bir bilgelik ile minnet kapladığı anlaşıldı: “Artık sen öğret, ben izleyeyim. Taşlar şahidimiz olsun!”
Bu, Alp için sadece bir teknik zafer değil, aynı
zamanda ruhunun arındığı, mirasının yeniden canlandığı bir andı. Mimar
Sabahattin’in takdiri
ve onayını kazanmak, Alp’in en büyük ödülüydü. Olay örgüsü, bu zirve
anında doruğa ulaşıyor, çatışmalar çözülüyor ve Alp’in dönüşümü
somut bir zaferle taçlanıyordu.
***
Tarihi Subaşı Han’ın görkemli açılışında, Alp konuşma
yapmak için kürsüye çıktı. Elinde mikrofon ve konuşma kartları yerine, metal
bir harç kovası vardı. Kovanın içerisinden, keçi kılı ile hazırlanmış yünle
ürettikleri yeni harçtan bir avuç alıp kalabalığa doğru uzattı. Yüzünde
tarifsiz bir huzur ve yeni bir başlangıcın heyecanı vardı: “Bu harç, sadece kum ve sudan değil… Hepimizin hafızasından yoğruldu. Unuttuklarımızı bize hatırlatan sağlam ve
kadim bir örgü! Bu, geçmişin sessiz çığlıklarını dinlemek ve geleceği
umutla örmek demektir.”
Dedesi ve Mimar Sabahattin’in
mirasını, ticari kaygılardan arındırma vizyonuyla, Alp şirketin adını
değiştirdi: “Hafızanın Harcı Restorasyon”.
Şirketin ilk burs alan öğrencisi ise Buse oldu. Buse’nin gözlerinde, babasının
anısını yaşatma ve şirketin yeni misyonunun geleceğinde kendine bir yer bulma
azmi parlıyordu.
Alp, artık sadece binaları restore etmiyor, aynı zamanda insanlığın kırılan
hafızasını da onarıyordu. Mimar Sabahattin’in bilgeliği ve Buse’nin umuduyla,
yeni bir çağ başlıyordu; taşların ve harcın şarkısı nesilden nesile
aktarılacaktı.
CONVERSATION