ÖYKÜ: DİLAN KADIN - AYŞE GAFFAROĞLU



 

Yanağındaki kırmızı doğum lekesi yüzünden kimsenin gözlerine bakıp konuşmazdı. Sarayın bu bölümündekiler de o yokmuş gibi davranırlar ama bahçenin en uç köşesindeki kıl çadırının önünden geçerken kapı önündeki hurma ağacının dalları arasından yan gözle içeri bakarlardı. Sadrazam Ahmet Paşa, gemiyle getirilirken ölen bir Abhaz cariyenin yanında geldiğini öğrenince saraya aldırmıştı onu. Yüzündeki ‘Tanrı’nın el izi’ onu cariye olmaktan kurtarmıştı. Mutfakta, çakır gözyaşları göğsünde saklı büyümüştü Dilan. Kadınlık nedir bilmese de yüzüne karşı Dilan Kadın, arkasından Dilan Cadı derlerdi. Gece yıldızlı elbisesini giyince dışarı çıkar, inleyen derenin kenarında yabani otları, ağaç kovuklarından ağulu mantarları, dikenli dallardan acı yeşil meyveleri, üzerinde kelebeklerin uçuştuğu çiçekleri toplar pirinç havanlarda, tahta dibeklerde döverek mucize yağlar çıkarıp reçine kokusu mürlü yara merhemleri, yanık yağları, öksürük şurupları yapardı. Güneşin doğumuyla da çadırı kararır, tütsü kokusu pelerin gibi üstünü örter, arzuyla kuşatılmış düşlere kanat açardı. Kimsesizliğini halam dediği hurma ağacına fısıldardı. Çocukların yaralarına merhem sürerken dudakları kımıl kımıl bir şeyler okur, sonra esnemeye başlar ara sıra hıçkırık tutar, geğirmeye başladığında da gökyüzüne bakarak gözlerini silerdi… Çocuklara anaları, “okurken içindeki cinleri çıkartmaya çalışıyor, çok yanaşmayın” derlerdi. Duvar kovuklarına otlar yakıp ortalığı dumana boğar, kovuktan çıkan yılanların başını öyle bir çevik tutar, maşrapayı ısırtır zehrini alırdı ki bunu gören sarayın yaramaz bebeleri o gece uykusunda altına akıtırdı. Gebe cariyeler yatağa düşünce zehirleri çeşitli otlarla karıştırıp efsunlu ilaçlar yapar, canından can kopanları mahrem acılardan kurtarırdı. Her can kurtulduğunda bir çaput bağlardı hurma ağacına. Her çaputtan sonra beyaz çiçekler sarı çiçeklerle tozlaşır bir dal daha aşağıya sallanırdı.


Çarşılarda “Meyhane akçesi” denilen düşük ayarlı paralar piyasaya sürülünce esnaflar ve yeniçeriler ayaklanma çıkardı. Bunun üzerine, Ahmet Paşa Rumeli Beylerbeyliği’ne atandı. Saraydan çıkıp karısı Kaya Sultan’ın babasının hediyesi olan Eyüp Sultan’daki konağa yerleştiler.

Paşa’nın karısı Kaya Sultan’ın gebeliğinin son günlerinde, tam da Hıdırellez gecesi Paşa’nın adamları alelacele Dilan Kadın’ı, konağa götürdüler. Arabacı, herkesin ürkerek yanına yaklaştığı siyah feracesi ile yüzünün yarısı kapalı kadından bir an önce kurtulmak için acımasız kırbacını atların üzerinden bir an bile çekmedi.

Mübarek gecede konaktaki kadınlar kırk bir salavat-ı şerife okurken Kaya Sultan güzel bir oğlan çocuğu dünyaya getirdi. Kırk kese altın dağıtıldı etraftakilere, Paşanın bacısı kırk kese altını da Dilan Kadın’ın bohçasına koydu. Dilan Kadın ellerini yıkadıktan sonra, bir içenin bir daha içmek istediği kendi tarifi lohusa şerbetini yapmaya koyuldu. Bir sürahi şekerli suya, önceden yoğurduğu kızılcık özü ve pancar suyu karışımlı topakları attı. Birkaç karanfil ve çubuk tarçın ile kaynattı. Şerbet, konak ahalisine ikram edildi edilmesine ama içeride Kaya Sultan değerli taşlarla süslenmiş yatak başına kafasını vuruyor, merhamet dileniyor, can havliyle yapıştığı cibinlikleri yırtıyordu. Dilan Kadın’ın gayretine rağmen bebenin sonu gelmedi. Bebek rahimden indi ama eşi gelmedi. Kaya Sultan etine sıkı, topluca bir kadın olduğundan ıkınırken, inlerken ikisi de kan ter içinde kaldılar. Neşe ve sevinç nidaları yerini kederli ağlamalara bıraktı. Dört kadın bir kilime yatırdıkları sultanı çalkalaya çalkaya bir hâl oldular. Rahim içindeki bebeğin sonu denilen parça sultanın yüreğine yapışmış düşmüyordu. Dört kişi sultanı baş aşağı salladılar. Dilan Kadın bunların çare olmayacağını anlamıştı ama konaktaki kahırlı kadınlara dinletemedi. Kadınlar, Dilan Cadı’nın ruhundaki cinlerin sultanın içine girdiğine inandılar. Bir bal fıçısını ağzına kadar çiçek suyu doldurup sultanı içine oturttular. Büyük görümce bir elini dirseğine kadar badem yağıyla yağlayıp sultanın içine soktu, bir parça et çıkardı. “işte caanım son eşi çıktı” dedi. Bedeni ile beslediği bebeğinin zehirlediği Kaya Sultan ertesi gün akşamüzeri hakka kavuştu.

Haber sarayda duyuldu. Köprülü Paşa, Ahmet Paşa’nın hazine açığını kapatamadığını bahane ederek kapıkulu askerlerini konağa gönderdi. Paşanın kederine aldırmadan değerli eşyalarına, altın ve gümüşlerine el koydular. Biraz önce dağıtılan keseleri vermemek için o kargaşada Paşa’nın yengeleri, bacıları, konağın Kaya Sultan’ın ama malların kendi sülalelerine ait olduğunu söyleyerek feryat figan yaygara yaptılar. Hırslarını yenemeyip; “ Dilan Cadı, sen öldürdün sabiyi, sen öldürdün kaya gibi sultanı” diyerek bağrış çığrış Dilan Kadın’ın üstüne yürüyüp elini yüzünü parçaladılar. Saçlarından sürüdüler, bohçasındaki altınları çaldılar. Dilan Kadın’ı getiren arabacı bu hâliyle daha korkunç görünmesine rağmen merhamet gösterdi, yarı baygın kadını arabaya atıp üzerine çuval örttü, gölgelerin bile kaybolduğu gecenin karanlığında kıl çadıra bıraktı.

Kadın kıl çadırına kapandı. Dünyayı boşladı, güneş ile toprak arasındaki hayatı görmez oldu. Hurmanın dalları çadıra örüldü. Bir zamanlar mırıldandığı ezgilerin yumuşak tınısı, lanetlenince rengini kaybetti. Bütün gün meyvelerin nektarını çıkartıp otların ıtırını bakır taslarda amber yağlarıyla karıştırırken saçları, utangaç dut ağacının ters duran dalları gibi yere doğru uzuyordu. Kurumuş elleri, titrek mum ışığında parlayan şifalı parmakları, çıplak ayakları gücünü kaybetmeye başladı. Yağmurlu bir gece, arabacının kırbacı gibi şaklayarak düştü yıldırım gökyüzünden hurmanın kalbine. Rengârenk çaputlar uçuştu. Sarayın köpekleri bulutların arasında görünen dolunaya karşı ulumaya başladılar. Şarabi gökyüzünün kırmızı ışıkları tutuşan çadırdan yükselen alevlere karıştı. Dilan Kadın merhametsiz bir avcının vurduğu kuş gibi düştü yere. Sarayın bahçe duvarı altında duran bostancı hiç kımıldamadı. Dilan Kadın’ın cömert yüreği, şifalı bir tohum oldu toprağa karıştı, saf ruhu gök tanrısına kavuştu ve köpekler sustu…

CONVERSATION