
Yanağındaki kırmızı doğum lekesi yüzünden kimsenin gözlerine bakıp konuşmazdı. Sarayın bu bölümündekiler de o yokmuş gibi davranırlar ama bahçenin en uç köşesindeki kıl çadırının önünden geçerken kapı önündeki hurma ağacının dalları arasından yan gözle içeri bakarlardı. Sadrazam Ahmet Paşa, gemiyle getirilirken ölen bir Abhaz cariyenin yanında geldiğini öğrenince saraya aldırmıştı onu. Yüzündeki ‘Tanrı’nın el izi’ onu cariye olmaktan kurtarmıştı. Mutfakta, çakır gözyaşları göğsünde saklı büyümüştü Dilan. Kadınlık nedir bilmese de yüzüne karşı Dilan Kadın, arkasından Dilan Cadı derlerdi. Gece yıldızlı elbisesini giyince dışarı çıkar, inleyen derenin kenarında yabani otları, ağaç kovuklarından ağulu mantarları, dikenli dallardan acı yeşil meyveleri, üzerinde kelebeklerin uçuştuğu çiçekleri toplar pirinç havanlarda, tahta dibeklerde döverek mucize yağlar çıkarıp reçine kokusu mürlü yara merhemleri, yanık yağları, öksürük şurupları yapardı. Güneşin doğumuyla da çadırı kararır, tütsü kokusu pelerin gibi üstünü örter, arzuyla kuşatılmış düşlere kanat açardı. Kimsesizliğini halam dediği hurma ağacına fısıldardı. Çocukların yaralarına merhem sürerken dudakları kımıl kımıl bir şeyler okur, sonra esnemeye başlar ara sıra hıçkırık tutar, geğirmeye başladığında da gökyüzüne bakarak gözlerini silerdi… Çocuklara anaları, “okurken içindeki cinleri çıkartmaya çalışıyor, çok yanaşmayın” derlerdi. Duvar kovuklarına otlar yakıp ortalığı dumana boğar, kovuktan çıkan yılanların başını öyle bir çevik tutar, maşrapayı ısırtır zehrini alırdı ki bunu gören sarayın yaramaz bebeleri o gece uykusunda altına akıtırdı. Gebe cariyeler yatağa düşünce zehirleri çeşitli otlarla karıştırıp efsunlu ilaçlar yapar, canından can kopanları mahrem acılardan kurtarırdı. Her can kurtulduğunda bir çaput bağlardı hurma ağacına. Her çaputtan sonra beyaz çiçekler sarı çiçeklerle tozlaşır bir dal daha aşağıya sallanırdı.
Çarşılarda “Meyhane akçesi” denilen düşük ayarlı paralar piyasaya sürülünce esnaflar ve yeniçeriler ayaklanma çıkardı. Bunun üzerine, Ahmet Paşa Rumeli Beylerbeyliği’ne atandı. Saraydan çıkıp karısı Kaya Sultan’ın babasının hediyesi olan Eyüp Sultan’daki konağa yerleştiler.
Paşa’nın karısı Kaya Sultan’ın gebeliğinin son günlerinde, tam da Hıdırellez gecesi Paşa’nın adamları alelacele Dilan Kadın’ı, konağa götürdüler. Arabacı, herkesin ürkerek yanına yaklaştığı siyah feracesi ile yüzünün yarısı kapalı kadından bir an önce kurtulmak için acımasız kırbacını atların üzerinden bir an bile çekmedi.
Haber sarayda duyuldu. Köprülü Paşa, Ahmet Paşa’nın hazine açığını kapatamadığını bahane ederek kapıkulu askerlerini konağa gönderdi. Paşanın kederine aldırmadan değerli eşyalarına, altın ve gümüşlerine el koydular. Biraz önce dağıtılan keseleri vermemek için o kargaşada Paşa’nın yengeleri, bacıları, konağın Kaya Sultan’ın ama malların kendi sülalelerine ait olduğunu söyleyerek feryat figan yaygara yaptılar. Hırslarını yenemeyip; “ Dilan Cadı, sen öldürdün sabiyi, sen öldürdün kaya gibi sultanı” diyerek bağrış çığrış Dilan Kadın’ın üstüne yürüyüp elini yüzünü parçaladılar. Saçlarından sürüdüler, bohçasındaki altınları çaldılar. Dilan Kadın’ı getiren arabacı bu hâliyle daha korkunç görünmesine rağmen merhamet gösterdi, yarı baygın kadını arabaya atıp üzerine çuval örttü, gölgelerin bile kaybolduğu gecenin karanlığında kıl çadıra bıraktı.
CONVERSATION