ÖYKÜ: SAHİ ŞİMDİ NE OLACAK? - BERKAY ŞANDA



 Alışık olunmayan ve asla alışılamayan korku verici seslerle uyandı; tıpkı bir savaşçı gibi birkaç saniye içinde fırlayıp kalktı, uykusunun huzuruna kasteden bu hain düşmanın sesini kesiverdi fakat alarm o kadar yaygaracıydı ki susturulduğu hâlde boşlukta bıraktığı ürperti -Echo gibi- yaşıyordu. Aslında alarmdan önce uyanmış fakat hayatla fazladan birkaç dakika daha mücadele etmemek için yorganın karanlığında yarı uykulu beklemeyi tercih etmişti. Yorganını aşina bir hareketle sola doğru açıp yatağa oturdu; gece bıraktığı yerdeki terliklerini giydi. Hep olduğu gibi, önce sağ sonra sol. Perdeyi açtı ama camdan dışarı bakmaya cesaret edemedi, gözlerini güneşle yenilenen odaya çevirdi; halının üstündeki bir iplik parçasına takıldı gözü.

"Sana her şeyi yerli yerine koy demiyor muyum!" diyen annesinin sesi çınlıyordu odalarda, sabahın köründe. Yayıntılara ne çok kızardı annesi. Biblolar için tüm evde yer vardı; oysa yatarken yatağın yanına değil de odanın biraz ortasına çıkarılmış terlikler, üst üste binmiş birkaç kitap ya da ne bileyim mesela çıkarılıp köşeye koyulmuş ve tekrar giyilmeyi bekleyen yarı kirli çoraplar yayıntıydı. Hemen ortadan kaldırılmalıydı. Önemli olan düzendi, konfor değil… Oysa karşı apartmandaki çatı katı ne kadar dağınık ve ne kadar konforluydu. Daha bir gün olsun perdeleri tam ve nizami kapanmayan şu karşı dairede kimse ne düzensizlikten ne de pislikten ölmüştü. Peki, öyleyse niye daima tedirgindi içi?
İpi yerden aldı. Pijamasının hışırtıları eşliğinde mutfağa geçti. Çöpü attıktan sonra ellerini uzun uzun yıkadı. Tüm kahvaltılıkları önceden ve özenle hazırlamıştı. Hepsini teker teker, sakin sakin masaya taşıdı. Masa örtüsünün sarkan uçlarını dört yandan kontrol etti; hepsi bir hizadaydı. Sandalye ne kadar geriye gitmesi gerektiğini biliyordu. Önceki sabahlardan halıda bıraktığı izi bulunca usulca durdu. Her zamanki gibi önce dem sonra su; önce ekmek sonra peynir sonra domates sonra biber… Çayın buğusuna daldı bir an.
"Kahvaltıda konuşulmaz". Babası kahvaltıda konuşulmasına çok kızardı. "İş var, okul var, bin bir türlü dünya hâli var. Her şey planlı ve zamanlı yavrum. Geç kalmayalım ki rezil olmayalım, hem biz kazanalım hem ülkemiz kazansın; düzenimiz devam etsin…" Bir çay karıştırma süresi kadar geç kaldı diye her sabah işittiği nutuk buydu; bu yüzden çayı şekersiz içmeye alışmıştı. Oysa karşı apartmanın çatı katındaki ucuz ürün ve az çeşit ama bol kepçe kahvaltıları ne kadar uzun ve mutluydu. Yaz tatil sabahları bu sofralar balkonda karşı karşıya gelince babasının "sefalet..." diye mırıldanmasını kendilerine yormuştu uzun yıllar boyu.
Artıklar çöpe; bulaşıklar önce suyun altına sonra doğru makineye. Kendisi de alışkın adımlar ve yarı kapalı gözlerle banyoya. Onun dünyasında, balık zincirlerle kutup yıldızına sımsıkı bağlanmıştı; bırakın tayfunu kasırgayı, dalga bile yoktu. Oysa dışarısı? Karmakarışık... Önce ellerini sonra yüzünü yıkadı. Sonra yüzünün karasından kirlenen ellerini tekrar yıkadı. Musluğu da yıkadı. Az önce kirli elleriyle açtığı musluğa tertemiz elleriyle nasıl dokunabilirdi!
Hayali çeşmelerde durmaksızın ellerini yıkayan celladı bilir miydi? Bilse ellerini bu kadar yıkar mıydı? Acaba hiç Dostoyevski okudu mu?

Dişlerini tam 120 saniye fırçaladı; zamanı aşmamak veya eksik bırakmamak için de kolundaki saati sık sık kontrol etti. Haftanın bu gününe ait kıyafetleri giydi. Kıyafetleri giyilecek sırayla en azından bir hafta önceden asardı. Pijamalarını üstünden çıkardığı sırayla katlayıp yatağının ortasına koydu. Elbiselerini askıdan sırayla çıkarıp bir bir giydi.
"Hafta içi formanı giy; hafta sonu, benim seçtiğim kıyafetleri. Akşamları eve girdiğin gibi de katlanıp ütülenmiş pijamanı giy." İşte annesine göre giyimle ilgili bilmesi gereken her şey bu kadardı. Bir de bir kaç kesin kural: “Sakın üstünü kirletme, bırak o sümüklülerle oynama, ellerini çamura sokma… -ma… -ma… -ma…” Karşı apartmanın çatı katında oturan çocuk ne kadar sümük ve çamur içinde, nasıl mutluydu…
Hayat bir ayindi; hiçbir ayrıntısı atlanmaması gereken bir ayin. Hiçbir ayrıntı atlanmamalıydı çünkü şeytan ayrıntıda gizliydi. Hem kendisi bu fırtınasız dünyayı kurarken bulmamış mıydı bu ayinleri? Onu yabancı okyanusların fırtınalı ufuklarından güvenli limanına taşıyan bu ayinler değil miydi? Şimdi nasıl olur da bunları terk etmeyi aklından geçirmeye cüret edebilirdi?
"Yeni şeyler denemek saçmalıktır!" derdi babası. "Yeni şeyler keşfedecek çocukların anne babası memur olmaz. Onlar ufak apartman dairelerinde oturmazlar. Eğer bir memur çocuğuysan okuyup memur olmak yegâne amacındır. Düzenin devamı için her insanın bir rolü vardır. –dır… -dır… -dır…"
Bunları düşündüğünü fark edince ürkek bir gülümseme geçti dudaklarından. Gülme bir savunma mekanizmasıydı. Ve bir ayindi. Korkunca, şaşırınca, ürkünce, öfkelenince kullanılan bir savunma ayini. Ama sokakta gülmemek gerekirdi. İnsanlar güldüğünüzü görürlerse sizinle ilgilenebilirlerdi. Belki mutlu belki deli sayarlardı sizi.
Aman Yarabbi!
Evin en kuytu köşesindeki yatak odasını kontrol ederek başladı evden çıkış yolculuğuna. Henüz güneş doğmadan uyanmıştı; O’na çok vakit lazımdı; acele işe şeytan karışırdı çünkü. Sonra sırayla banyo, yatak odası, oturma odası. Tüm pencereler sımsıkı kapalı, tüm perdeler düzgünce örtülü. Prizlerde elektrikli alet yok, ocak kapalı; her şey yerli yerinde. İçini rahatlattı. Sonra şapkasını taktı, “N’olur n’olmaz” diye şemsiyesini aldı. Havaya da güven olmazdı.
Babasının yükselememesinin tek nedeni kıskanç şefiydi. Annesi diğer hafif sekreterler gibi olmadığından maaşı azdı. Evleri, az kazandıkları için küçük; onlar gibi başarısız aileler çok olduğu için karanlıktı. Tabii ki tüm başarısızlar tecrit hücrelerine benzeyen apartman dairelerinde dip dibe, iç içe yaşamalıydı. Çünkü başarılı ve zenginlere çok yer lazımdı; önce onlar mutlu olmalıydı… Acaba karşı apartmanın çatı katındakiler bu fakirliğe rağmen mutluluğa nasıl cesaret edebiliyordu?
Mermer merdivenleri her seferki gibi tek tek sayarak -47 basamaktan birinin veya birkaçının ansızın kaybolmasından korkuyordu sanki- ve ses çıkartmadan, desenlerin arasındaki beyaz boşluklara basarak indi. Her adımda korkusu artıyordu. Ağır ferforje kapının önünde son derin nefesini aldı, kapıyı mendiliyle tutup geçebileceği kadar araladı ve kendini fırtınaların içine ufak bir kayık gibi bıraktı: çarpışma vaktiydi.
İlk tepkisi –refleks hâline gelmişti- omuzlarını düşürüp kollarını gövdesine yapıştırarak vücudunu küçültmekti. Dışarıdan birine veya bir şeye ufacık bir temas, bin bir zahmet ve ayinle kurduğu dünyayı altüst edebilirdi. Her zamanki gibi soluna dönerek ufak adımlarla yürüdü ve tamı tamına 63 adımda köşeye geldi. Kafasını yerden kaldırmamıştı. Sadece yere, insanların ayaklarına bakıyor ve kimseye çarpmamaya çalışıyordu.
Birisiyle tanışmak, konuşmak nasıl korkunç bir şeydi! Birini sevmek, sevilmek, ne çekilmez bir çile! Bir insana açılmanın karşılığı hakir görülmekti. Davullar dengi dengine çalmalı tabii. Alt derece bir memurun çocuğu bir şefin kızına çiçek versin, olacak şey mi! Dayaklar, küfürler, okul değiştirmeler, sürgünler ve neler neler… Karşı apartmandaki o yoksul evde de bir çocuk sevmişti dengi olmayan birini. O da tehdit edilmiş miydi? Kendi gibi yalnız mıydı ailesi, eşi dostunun yanında?
Tam o sırada –nasıl olduysa, dalgınlıkla başını mı kaldırmıştı ne? - karşı kaldırımdaki simitçiyle; üstü başı yırtık, saçları kirden keçeleşip rengini yitirmiş, elbisesinin kolları burun silmekten eskimiş ufak bir kız gördü. Tesadüf mü, lütuf mu, ceza mı? Buğusu yeni tüten simitlerle bu yoksulluktan cildi solmuş kızın tezadı… Uzun zaman sonra içinde bir duygu uyandığını hissetti. Vücudu istemsizce ve yavaşça çözülüyordu.
Kız tezgâha uzanıp bir simit aldı ve son sürat yola atlayıp karşıya koşmaya başladı; simitçi de ardından tabii. Kız, bir nefeste kalabalığı yarıp dibinde bitti ama uzun bacaklı kara simitçi de yetişmişti. Kız son bir umut ve umuttan da kuvvetli bir korkuyla, belki de merhamet ve şefkat ihtiyacıyla ya da sadece adi bir refleksle bacağına sarıldı.
Vücudundaki hareketsizlik ve sükûnet içindeki fırtınayı, yıkımı haykırıyordu. Simitçi bir hışımla geldi. O kara, davudî ve kıvılcımlar saçan sesiyle; cehennemî bir edayla çıkıştı:
-Madem goruyon bu piçi, vir simidin parasını.
Konuşmadı bile. Elini cebine attı. Çıkan bozuklukları simit zebanisinin avucuna bıraktı. Simitçi ücretini kat be kat almanın memnuniyetini belli etmekten korkarak homurdana homurdana uzaklaştı.
Bacağına yapışmış, simitçinin gitmesini bekleyen kız; çocuk saflığı ve korkaklığıyla teşekkür kelimeleri mırıldanacakken onu durdurdu. Eline birkaç lira sıkıştırdı, zaten çocuğun heveskâr bakışlarında bu beklentiyi görmüştü. "Dilenciler sadaka aldıkça dilenmeye devam eder!" diye haykırması gereken babası çıt bile çıkaramıyordu; bunu fark edince mutlulukla gülümseyip simitçiye çevirdi rotasını. Fazla parayı geri isteyeceğini düşünen simitçi sert ve somurtkan bir yüz ifadesi takınırken "On beş tane sar, gevreklerinden olsun." deyiverdi yıllardır içinde tuttuğu hevesle. "Sokaktan yiyecek alacağına gel evde yerleri yala!" diyen annesine isyanın zevki, ofiste onu "soğuk nevale, kendini beğenmiş, burnu düşse eğilip almaz, asosyal" diye anan arkadaşlarını şaşırtma fikrinin heyecanıyla karışıp büyüdü. "Peynir koymayı da unutma." diye eklediğinde ekmeğinin peşindeki simitçi "Emrin olur ağabeyim!" diye karşılık verince mutluluğu arttı.
Sıcacık simitlerin buğusu eline vururken hızlı adımlarla -işe geç kalmak istemiyordu- ama insanları seyrede seyrede yürüyordu. Hayır, insanlar değişmemişti; hâlâ aynı ruhen ve fiziken malul olan insanlıkla karşı karşıya olduğunu biliyor fakat artık kusurları sevme hürriyetine sahip olduğunun bilinciyle etrafındaki tüm noksanları hüsn-i nazarla idrak ediyordu. İşte nihayet vicdanı temiz, alnı ak ve bilgisi çok o eski adamların -ki bunları Yeşilçam filmlerinden; babasının modası geçmiş zırvalık, annesinin zaman kaybı dediği romantik kitaplardan tanıyordu- diliyle düşünmeye başlamıştı; güneşini engelleyen İskender'e "Gölge etme, başka ihsan istemez!" diyen Diyojen'in rahatlığını duydu üstünde. Nihayet yaşamaya başlamıştı.
Tüm günü arkadaşlarının şaşkınlığı karşısındaki acemi, çekingen ama huzurlu hâliyle geçirdi. Şemsiyesini masada unutsa da –aslında kendine bile unutmuş rolü yapmış, bile isteye bırakmıştı- aldırmadı. En iyi diye bildiği baklavacıdan iki kilo baklava alıp eve uğramadan karşı apartmandaki çatı dairesine yöneldi. "Selam komşular!" diyecekti, "Yıllar sonra nihayet sizinle tanışmaya gelebildim." Her adımda bir macera tadı alıyor ve kendi kendine korkuyla değil şevkle şu soruyu tekrarlayıp duruyordu: "Şimdi ne olacak!"

CONVERSATION