EMRECAN DOĞAN - ARAMIZDAKİ ŞEY GÜZ MÜ DERSİN?
İhtiyar adam her gün bu pencereden mi bakıyordu? Şimdi buradan bilmem kaç kilometre uzaklıkta Feriköy’de gözleri hiçbir şey görmeden kim bilir nereye bakıyor? Peki, gözleri görürken bu pencereden nereye bakıyordu? Oturduğum yerden görmesi güç çünkü pencerenin yanına kondurulmuş olan kırmızı yüzlü koltuğuna en büyük kızı oturmuş. İhtiyarın benim bildiğim üç kızı vardı, bir de hepsinden büyük olan Hatice Hanım varmış ki ben onu hiç görmedim. İhtiyarın hanımı da zaten on iki sene kadar evvel sizlere ömür. Senelerdir annesinin yokluğuna alışarak yaşayan genç kadının gözlerinde şimdi daha derin bir hüzün var, nasıl olmasın son kalesi de düştü. Derin bir nefes alıp verdi. Başını kaldırıp etrafına baktı, herkes ellerinde bir tabağın içinde tutuşturulmuş fındıklı helvayla meşgul oluyor. Ela gözleri odayı tararken insan kalabalığının içinde başını kaldırmış ileri bakan tek kişiyi, beni buldu. Hüznünü muhafaza ederek bir baş selamı verdi, ben de belli belirsiz selamına karşılık verdim. Fakat aklım hâlâ penceredeydi, ihtiyar her gün o kırmızı yüzlü koltuğa oturarak nereye bakıyordu? Deniz desem değil, buralarda hiç deniz yoktu. İstanbul’da ama denizden uzakta! Ağaç desem değil, sokakta ağaç yok. Her yer silme beton! Gözler yeşilliğe hasret ama bu mevsimde yapraklar yeşil olmaz ki! Tam da yaprakların sararıp kızardığı güz mevsimindeyiz, onlar dallarında olgunlaşacaklar, önce biraz saracaklar sonra da iyice kızaracaklar. Hemen ardından da ilk esen rüzgârla birlikte emanet şekilde tutundukları dallarından kopacaklar ve yerlere düşecekler. Bir gün öncesinde hiçbir şey yokken, uyuyup uyanacağız ve sabah mahmurluğuyla uzanıp perdeyi açtığımızda bir de bakacağız ki; her yer silme yaprak olmuş. Kıpkırmızı bir deniz sokağı kaplamış sanki, hâlâ esen rüzgâr bazılarını yerden kaldırıp havalandırıyor.
Odaya bir sessizlik hâkimdi, kadın gözlerini tekrar indirdi. Şimdi sol eliyle tuttuğu çatalını tabağına rastgele sallayarak kopardığı helva parçalarıyla oynuyordu. Ya da oynuyordu demek haksızlık olabilir, sanki eğlencesine yapıyormuş gibi anlaşılabilir. Ancak hiç eğlenir gibi bir hâli de yoktu. Gözleri tabağa doğru dalıp gitmişti. Yavaş yavaş ayrılışlar başladı, cenaze evinin sakinlerini acıları ve yaslarıyla baş başa bırakma telaşı! Birer birer herkes kalktı, bitirdikleri tabaklarını mutfağa doğru götürdüler. Birlikte gelen insanlar ise içlerinden birine vererek tabakları toplu olarak mutfağa gönderdiler. O an ben de karşımdaki kırmızı elbiseli kadın gibi tabağımdaki helvayla oynadığımdan kimseye bakmıyordum, yerimden kalkmadım da. Odadaki insan sayısı azaldıkça benim görüşümün asıl bakmak istediğim yöne odaklanması da kısa sürdü. Sarı, küt saçlarını fark ettim birden ve üzerinde salınan kırmızı, uzun elbisesini. Bir cenaze için tuhaf bir elbiseydi, gözlerindeki dalıp dalıp gitmeleri görsem neredeyse ihtiyarın öldüğüne sevindiğini ya da o kadar umursamadığını söyleyebilirdim. Gerçi bana neydi? Zaten kendi kızıydı, ben de esasen ihtiyarla değil de onun her gün oturduğu koltukta nereye baktığıyla ilgilenmiyor muydum?
Akşamın alacalı bulacalı karanlığı yavaştan dışarıya çökerken ve dışarının soğuğu içeriye doğru akarken ben, kırmızılı kadın ve mutfaktakiler dışında evde kimse kalmamıştı. Hepi topu dört kişi falandık. Onlar orada çalışmaya dalmışken içeriye bakmıyorlardı bile. Sessizce helvamı bitirdim çünkü uzun uğraşların ve görmeye çalışmaların sonucunda anlamıştım ki ihtiyarın koltuktan nereye baktığını bugün anlayamayacaktım. Koltuğumdan kalktım, neredeyse benim şeklimi alacaktı. Her tarafım sızım sızım sızlıyordu, yine de bozuntuya vermeden hafifçe gülümsedim. Öyle otuz iki diş tekmili birden gülümsemek, cenaze evinde olmazdı.
“Başınız sağ olsun!” dedim, kadının oturduğu koltuğa doğru bir adım atıp. O an daldığı dünyalardan kısa bir süreliğine de olsa çıkıp başını kaldırıp bana baktı. Sol eli çatalı oynatmayı bırakarak, tabağı iki eliyle kavradı. Koltuğun yanındaki fiskos masasının üzerine bıraktı. Ağır ağır ayağa kalkarak benimle yüz yüze geldi.
“Dostlar sağ olsun.” dedi duyulur duyulmaz bir sesle ve benimkine benzer bir gülümseme takındı. Birbirimizin gözlerinin içine içine sanki onların ötesini, ruhlarımızın içini görmeye çalışıyormuşçasına baktık. Ancak bu sadece birkaç saniyeyle sınırlı kaldı, elini uzattı. Nezaketen tutmak için ileri doğru uzandığımda ayasının soğukluğu içime işleyebilecek cinstendi. Bir yukarı bir aşağı sallayıp, arkamı döndüm ve evden çıktım. Burası iki katlı bir binanın ikinci katı, ilk katta ihtiyara ait aslında. Kiracısı oturuyor sadece, o da benim. Alt kata inip, evin kapısını açmaya çalışırken birden kadına, gerekirse yardımcı olabileceğimi söylemediğim aklıma geldi. Hatice Hanım ile aramızda en ufak bir hukuk yoktu ama ihtiyarla aramızda bir şeyler vardı. Bunca yıllık komşusuydum ve çevredeki ev sahiplerinin tüm baskılarına rağmen onların kendi kiracılarından aldığından daha az kira alıyordu benden. Baskı yapıyorlardı çünkü kiracıları onlara örnek olarak bizim ihtiyarı gösteriyordu, bu da sinirleri geriyordu tabii. Yine de ihtiyar beni savunmaktan geri durmadı.
Evime girdim, eşikte sağ ayağımla adım attım. Yukarıdaki daireyle benim daire hemen hemen aynı plana sahipti. O yüzden kırmızı koltuğun bulunduğu konuma gelmek için dikkatle ölçüp biçtim. Kendimce tahmin ettiğim yerde durup, kendi evimin penceresinden dışarıya baktım. Bende de tıpkı ihtiyarın olduğu gibi kırmızı yüzlü bir koltuk vardı, tam da onun koltuğunun olduğu yerdeydi. Tam denk geliyordu, amma balıydım. Geçip oturdum. Pencerenin ötesinde hiçbir şey yoktu, sadece yol vardı. İnsanlar geçiyordu. Oturma odasının dışından kapının açılma sesi geldi. Kimdi ki bu acaba?
“Kim o?”
Kapı kapandı. İçeriye doğru yaklaşan bir ses, sorumu cevapladı.
“Benim babacığım!”
Babacığım mı? İyi de ben evli değilim ki, kendi kırmızı yüzlü koltuğumun üzerinde yan dönüp geriye bakıp gözlerimi eşiğe diktim. Uzun, kırmızı elbisesiyle eşikten içeriye Hatice Hanım girdi. Gülümsedi, yukarıda yaptığımız gibi hafif bir gülümsemeydi. İyi de burada ne işi vardı? Ben hiçbir şey sormaya fırsat bulamadan o konuştu.
“Beni hatırladın, değil mi? Yukarıda elimi sıkıp, baş sağlığı dilediğinde senin için endişelendim. Dairenize inmişsiniz yine.”
Birden hatırladım; vefat eden ihtiyar değildi, ihtiyarın hanımıydı. Tonton, yumuşak huylu bir kadın. Okunan Fatiha onun içindi, dökülen helva onun içindi. Peki ama ben kimdim? Kadına aldırış etmeden pencereye başımı çevirdim. Yola uzun uzun bakarken birden farkında olmadığım gerçek dilime geldi ve sözcüklere döküldü.
“Doğru ya, ihtiyar benim!”