ÖYKÜ: DÜNYAYI KURTARAN ADAM - TUĞBA TURAN


 

“Dünyayı da ben kurtaracak değilim ya!”

Elindeki çalı süpürgesiyle usul usul yerleri süpürürken böyle düşündü Hilmi. Sabahın seherinde şehrin geniş caddesi henüz kimsecikler tarafından işgal edilmemişti. Gerçi kıta, beyaz adam tarafından keşfedildi denilip ev sahibi Kızılderililerin elinden alınarak işgal edileli beri şunun şurasında 453 yıl geçmişti. İyi de Trabzon’un Yomra ilçesinden bir Hilmi ile babasının yolu bu ülkeye nasıl düşmüştü?
Anası ölünce babası Hilmi’ye “Beni buralara bağlayan hiçbir şey kalmadı oğul,” demişti. Hilmi’yi oralara bağlayan bir şey var mı diye sormamıştı. Küçücük takalarıyla Kovata Limanı’ndan kalkıp zor bela İstanbul’a kadar gelmişlerdi. “Madem bu koca şehre geldik ben burada ilim öğrenmek istiyorum” dedi Hilmi babasına. Dârülfünûn’un lağvedilmesinden az sonraydı. “Fizik okuluna gideceğim ben,” dedi. Gitti, okulun Genel Fizik Kürsüsü’ne yazıldı. Hilmi’nin babası az filozof adam değildi. “Git bakalım. Fiziği anlarsan, yerleri gökleri ve bunları yaratanı da anlarsın belki,” dedi.
Hilmi fiziği anlamıştı, fizik Hilmi’yi anlamamıştı. Yomra’da bıraktığı yavuklusunun fiziği çıkmıyordu ki aklından, kuantum fiziği girsin aklına! Baktı bu fizik meselesi ona fiziki olarak ekmek kazandırmayacak, “İyisi mi biz Amerika’ya göçelim de ekmeğimizi oralarda kazanalım!” dedi babasına. Kim bilir? Belki de taşı toprağı altın denen İstanbul’da altın bulamamıştı da “Amerikalara göçelim, belki oradaki altından nasibimizi alırız,” diye düşünmüştü.
Nasibini oradan da alamamıştı. Babası balıkçılıktan başka iş bilmezken balık avlayacak yer bulamayınca, Şikago mezbahalarında etin ve kanın ve buz gibi soğuk suyun içinde ekmek parasını kazanmaya çalışacaktı. Ama insana ekmek parası verir gibi görünürken insanın suyunu çıkaran çarkların, mezbahalardan mezarlıklara tükürdüğü insanlardan biri olacaktı.
Az mürekkep yalamış olmanın bir işe yaramadığı, yükselebilmek için binalar gibi insanların da üzerine beton döküldüğü bu ülkede, eline teneke faraş ve çalı süpürgesi tutuşturulacaktı Hilmi’nin. Birilerinin tarlalarına gökdelen dikerek yeni bir ülke kurmuş bu adamlar, elbet Hilmi’ye birilerinin parlak ayakkabılarının altındaki tozu süpürteceklerdi. O parlak ayakkabıları giyen beylerin, buradaki adıyla bayların, tutup da Hilmi’yi aralarına alacak halleri yoktu.
Hilmi’nin karısı Çinlilerin kurduğu bir çamaşırhanede çalışıyordu. Hilmi’yle karısının çocukları olmamıştı. Önceleri üzülüyordu ya, “En iyisini Mevlam bilir,” diyordu artık. “Biz bile kıt kanaat geçinip giderken çocuğumuza ne yedirecektik, onu nereye yollayacaktık, nerede okutacaktık, ona hangi parlak ayakkabıları alacaktık?”
Devir kötüydü, dünyada yeniden savaş vardı. Dünyanın eski ve yorgun kıtasından binlerce kilometre uzaktaki bu yeni kıtaya getirip de bir bomba atabilecek babayiğit bir ülke yoktu ama insanlar yine de korku dolu geceler geçiriyorlardı. O yüzden kendini dünyanın hamisi gibi gören bu yeni devletin başkanı, eski kıtadaki çoluk çocuğun birbiriyle dalaşmasına, hırsını alamayıp son yirmi yılda ikinci keredir ettiği kavgaya bir son vermek için masaya yumruğunu vurmaya karar vermişti.
Hilmi için hava hoştu. Bitirsin de kavgayı, getirsin de barışı, ne yaparsa yapsındı. Ama işler öyle yürümüyordu. Barış için savaşmak gerekiyordu. Dünyanın kaderi gerçekten böyle yazılmıştı. Ya da bu, küçük küçük adamlar dünyanın kaderinin böyle yazıldığına inansınlar diye büyük büyük adamlar tarafından önceden yazılmış bir tiyatro oyunuydu.
O sırada Hilmi’nin süpürdüğü geniş caddeye siyah bir araba yanaştı. Arabadan parlak ayakkabılı ve fötr şapkalı üç adam indi. Adamlardan zayıf yüzlü boncuk gözlü olanı, ağzının ucunda yarım sigarasıyla acele acele yürümeye başladı. Koltuğunun altına sıkıştırdığı dosyadaki kağıtlar adamın tökezlemesiyle bir anda yerlere saçıldı. Hilmi hemen koştu. Bayların parlak ayakkabılarının altına serilen kağıtları topladı. Çöpçü değil miydi? Vaşington denen başkentte yere düşen her şeyden o sorumluydu. Bir yandan kağıtları toplarken diğer yandan kağıtlara göz ucuyla bir baktı. Adamlardan zayıf yüzlü boncuk gözlü olanı telaşla kağıtları toplayan Hilmi’yi sinirli gözlerle izledi. Hilmi, adamın ağzındaki sigarayı fırlatmak için bir saniyeliğine gözlerini ayırmasından faydalandı, kâğıtlardan birini el çabukluğuyla dürüp cebine soktu. Kalan kağıtları şöyle bir düzeltip üfleyerek tozundan arındırdıktan sonra zayıf yüzlü adama geri verdi.
Adamlar beşgen şekilli dev binadan içeri girdiler. Toplantı başladı. Zayıf yüzlü adam bilimsel verilerle konuşurken komutan ve devlet başkanı sinirlendiler:
“Ne kadar güçlü bu bomba?”
“Ne kadar alanı yok edecek?”
“Siz bize ondan bahsedin!”
“Bütün adaları, bütün bir ülkeyi, hatta dünyanın öteki yarısını yok edecek kadar güçlü!”
Gözleri boncuk boncuk adam bunları söylerken bir yandan da az önce binanın dışında dosyadan yere düşen kağıtları gözüyle sayıyordu. Dehşet içinde bir tanesinin eksik olduğunu fark etti. Toplantıdan çıktıktan sonra yanındaki adamlara döndü:
“Son hesaplamalar eksik. Az önce kağıtlardan biri uçmuş olmalı.”
Adamlardan biri itiraz etti:
“Ama o çöpçü adam kağıtların hepsini toplayıp gözümüzün önünde sana verdi.”
“Son hesaplamalar eksik işte! Şimdi biz bu bombayı dünyanın yarısını yok edecek güçte inşa edemeyeceğiz!”
“Peki bu hesaplamalar tek nüsha mıydı?”
Adam, zayıf yüzü sinirinden kıpkırmızı bir halde bağırdı:
“Tabii ki tek nüshaydı! Böyle bir hesaplamanın ikinci nüshasını başka birinin ellerine verir miyim hiç?”
***
Hilmi cebindeki kağıtla birlikte evinin yolunu tuttu. Bir yandan da aklında kalan son Trabzon türküsünü ıslıkla çalmaya başladı.
“Oy Trabzon Trabzon, içi galay içi galaylı gazan…”

Aklından geçen cümleyi bu sefer sesli olarak tekrarladı.
“Amaaan! Dünyayı da ben kurtaracak değilim ya! Yarısını kurtarsam yeter!”

Hilmi Amerika’ya gidip de yavuklusunun fiziği aklından çıkınca, aklına kuantum fiziği girmişti. Adamın yere düşürdüğü kağıtlardaki son hesaplamaları bilerek cebe indirmişti. O kağıttaki son hesaplamalar olmadan yapılacak atom bombası dünyanın yarısını patlatacak güçte olamayacaktı. Pentagon binasında atom bombasının imali için Müttefik Seferi Kuvvetler Yüksek Komutanı General Eisenhower ve Amerika Birleşik Devletleri başkanı Harry S. Truman’dan onay almaya gelmiş zayıf yüzlü boncuk gözlü o adam, Manhattan Projesi’nin başı olan teorik fizikçi Robert Oppenheimer’ın ta kendisiydi.

CONVERSATION