Bir ıhlamur ağacının gölgesinde, bahar vaktinin yağmurla bezediği ılık ve naif bir akşamüstü aklıma düştü yıllar evvel ömrümüze değen bir nisan yağmuru damlası. Hatırımdaki en güzel ilkbahar hikâyesi, düştüğü midye kabuğunun içinde damladan inciye evrilen bir yağmur tanesi: Güneş. Hâlâ sevginin o müthiş sıcaklığını yüreğinden söküp atmamış, aksine sevgi denen o erdemi sabrın ve edebin koruyla pişirip perçinlemiş bir insan. Ya bizim yaşadıklarımızı kuru bir olay yazısı olmaktan çıkarıp çiçekli bir hikâyeye çevirsin ya da o, hikâyemizin en dokunaklı kahramanı olup gönlümüzde yücelsin diye karşılaşmıştık. Beni dinlendikten sonra varın siz karar verin hangisi olduğuna.
Eynez köyünün bereketli yer altı kaynakları üzerinde doğup büyümüş, o muhteşem zenginlikten nasibini alamamış insanlardık biz. Yerin dibinde; bir dehlizden, bir mezardan da derinde arıyorduk karnımızı doyuracak paraya vesile olan elması. Gün ışığına hasret, en ufak bir tehlikede kaçacak yerimiz olmadan, âdeta bizim için kazılıp hazırlanmış mezarların içine giriyorduk her gün. Her vardiya değişiminde yer altından çıkanlar binbir umutla bakıp semaya şükretse de içeri doğru yol alanların dilinden dualar eksik olmuyor hâliyle.
"Eskiden her şey bereketliydi sanki. Ektiğimiz buğday, diktiğimiz meyve ağacı, soframızdaki soğan... Artık tabaklarca yesek doymuyor, saatlerce uyusak dinlenemiyoruz." diyerek elindeki çay bardağını sehpa niyetine kullandığımız portakal kasasının üzerine bıraktı Hasan Usta. "Amma dertlendin gene be Hasan Usta'm. Şu kitaplardaki feylesoflar gibi konuşupdurun. Mola bitmeden bir çay daha katıverem mi için ısınsın? Bak bizim çay pek bereketli. İç iç bitmiyo." diye ona takıldı Bahtiyar. Hasan Usta'nın da ondan geri kalır yanı yoktu. Bahtiyar'la laf yarışına girdiğinde gençleşiyor, dertlerini unutuyor, yüzüne kan geliyordu. Hemen yapıştırdı lafı. "Hade oradan len! Çakma kahveci yamağı. Gocaların Yusuf seni köy kahvesinden çaya karbonatı basıveriyon diye kovmadı mıydı? Senin demlediğin çayın bereketi Allah'tan değil olsa olsa karbonattandır." Hasan Usta'nın dedikleri Bahtiyar hariç hepimizi kahkahalara boğdu. Kömür karasına bulanmış yüzlerimizde bembeyaz orkideler gibi açmıştı dişlerimiz. Gülmek insana ne çok yakışıyordu. Tam Bahtiyar ağzını açıp atışmayı devam ettirecekti ki mühendis geldi. Keyfimize sebep olan o ufak bahaneden rahatsız olmuş bir ifadeyle, lafını tükürürcesine benim yüzüme söyleyip gitti. "Rıza Çavuş! Mola süresi biteli 5 dakika olmuş. Zahmet olmazsa ekibini topla da işe koyulun." İşte o kısacık keyfimizin bile rahatsız ettiği bir düzenin içinde ekmek parası için inadına yaşamaya çalışıyorduk. Kömür karasına bulanmış yüzümüzdeki orkideleri dudaklarımızın ardına saklayıp kalktık yerimizden.
Mühendisin yaptığına bozulmamıştık. Çünkü patron, mühendis, teknisyen fark etmez; bizden daha eğitimli ve daha zengin olan herkes bu muameleyle yaklaşırdı bize. Biz sadece bu ocakta değil hayatın her anında yüzümüzde açan çiçekleri gizleyerek yaşardık. Hiçbir yeri sahiplenmeden, mabadımızın ucuyla oturmaya gelmiştik hayata. Bir tek kendi kendimize kalınca, işte o kısacık anlarda patlayıverirdi kahkahalarımız, öfkelerimiz, küfürlerimiz, yüzümüzdeki orkideler. Kalkıp işe koyulduk. Arkadaşlar kazma kürek ve türkülerle kömürü vagonlara doldururken ben de sahayı şöyle bir kontrol etmek için dolaştım. Uzun zamandır aklımızı kurcalayan ve tedirginliğimizi artıran şeyler oluyordu. Bazen ufak ufak genzimizi yakan bir koku bazen derinden gelen bir ses bazen anormal şekilde yükselen sıcaklık... Çok şükür ki her şey yolundaydı şimdilik. Tam o sırada bir çıtırtı duyar gibi oldum. Durup daha dikkatli dinledim, tekrar etmedi. Aslında tekrar etmişti. Ben gittikten sonra, ben gelmeden önce, ertesi gün ve sonraki günler... Yavaş yavaş, derinden derinden o çıtırtı geliyordu.
Vardiya değişimi saati geldi ve asansörlere bindik. 08.00-16.00 vardiyası her madencinin en sevdiğidir. Güneş güzel yüzünü yeni göstermişken madene girer, daha batmadan çıkarız çünkü. Bize sorarsanız bittiğine iki kat fazla şükretmek için oldukça iyi bir sebep. Ekiptekiler birer birer asansörden inip güneşe doğru yürürken biz bize olduğumuz için yine gülüşmeler, tatlı atışmalar başlamıştı. O sırada diğer vardiyadakiler bizim indiğimiz vagonlara biniyordu. Kemal arkadaşları ile içeri geçmemiş, bizi beklemişti. Yanında yabancı birileri vardı. Bizi görünce el kol hareketleri ile işaret etti. Hem yanındakilere bir şeyler anlatmaya hem bizi çağırmaya çalışıyordu. Hasan Usta ile yanlarına gittik.
"İşte Rıza Çavuş bu Güneş Hanım." diye beni takdim etti önce. Sonra da Hasan Usta'ya çevirdi başını. "Bu da Hasan Usta. Madenin eski çavuşu. Hepimizden eskidir burada." İki pırıl pırıl genç. Üstü başı temiz, düzenli. Gözlerinin içi nasıl ışıldıyordu anlatamam. Ben onların gençliğine ve tazeliğine dalmışken biri, tanıştığına memnun olduğunu belirtmek için uzatmıştı bile elini. "Merhaba Rıza Bey. Ben Güneş." İsmiyle müsemma derler hani, doğduktan sonra ezan sesiyle birleşip kulağına fısıldanan bir isim ancak bu denli yakışabilirdi bir insana. Sapsarı saçları omuzlarından dökülüyor, gülüşü insanın içini ısıtıyordu. Ben onun kalbinden yüzüne yansıyan güzelliğe ve sıcaklığa dalıp gitmiştim ki Hasan Usta'nın sesiyle kendime geldim. "Memnun olduk Güneş kızım. Biz madenden yeni çıktık malum. Ellerimiz pek temiz değil. Rıza Çavuş da o yüzden tereddüt etti elini uzatmakta, yanlış anlama." Gülümseyerek onayladım Hasan Usta'yı. Haklıydı çünkü. Güneş'in insanın içini ısıtan gülümsemesine ve yüreğinden taşan sıcaklığa dalıp gitmemiş olsam da elimi uzatamazdım. Fakat o, "Olur mu öyle şey Hasan Usta? O eller kirli değildir. Emeğin kokusu sinmiştir olsa olsa." diyerek ikimizin de elini sıktı dostça. "Bu da arkadaşım Mahir." O, ismini söyleyince Mahir'in de eli sıcak bir tavırla uzandı ikimize. Kemal için zaman dolmuştu. Görevini tamamlamış olmanın rahatlığıyla Güneş ve Mahir'i bize emanet edip işbaşı yapmaya gitti.
Mola verince kısa süreliğine gün ışığına kavuştuğumuz anlarda başında toplaştığımız portakal kasamızda ağırladık onları. Aniden çok önemli misafirlerin geliverdiği darmadağınık bir evin sahipleri gibi mahcup ve telaşlıydı hâlimiz. Onlarsa tertemiz üst başlarına rağmen bizden hiç farklı değillermiş gibi el yordamıyla buldukları diğer sandıkları oturak yapıp oturmuşlardı. Üniversitede sinema televizyon bölümünde okuyorlarmış. Okulu bitirme ödevleri "Emek" konulu bir belgesel filmi çekmekmiş. Onlar da bu konuda araştırma yaparken bizim madeni seçmişler. "Hocamız bu ödevle ilgili konuştuktan sonra Mahir'le bir araştırma yaptık. Soma madenlerinden birinde, 1. Dünya Savaşı'na katılan erkeklerin yerine madene çalışmaya giren bir grup kadın ve onlara önderlik ederek madeni yaşatan Berberlerin Fatma Çavuş'un hikâyesine rastladık. Bunca ağır işi kadın gücüyle cesurca sırtlanan ve Kuvayımilliye'ye maddi destek sağlayan o kadınlar ile başlayıp bugün zor şartlar altında ekmeğini kömürden çıkaran sizlerin hikâyesiyle kapanış yapmaya karar verdik belgeselimizde. Böylece tarihten bugüne emeğin değişen yüzü ama değişmeyen gücünü insanlara hissettirmeyi hedefliyoruz." Çok şaşırmış, bir yandan da heyecanlanmıştık. Bizim hikâyemizi dinlemek isteyen birileri çıkmıştı ilk defa karşımıza. Güneş heyecanla anlatmaya devam ediyordu. Onu ara ara Mahir'in sesi bölüyordu ama Güneş heyecanına yenik düşüp yeniden devralıyordu sözü. Müsaade edersek eğer çekimleri planlamak üzere ekip arkadaşları da gelecek ve bir an önce işe koyulacaklardı. Tüm resmî izinleri, masrafları, patronları onlar ayarlayacaktı. Bizim müsaademiz... İnsanı ne kadar önemli hissettiriyor şu cümle bilemezsiniz. Akşama köyün kahvesinde bizim madenciler ile onların çekim ekibini buluşturmak üzere sözleşip ayrıldık. Hasan Usta ile eve doğru yol aldık. Evlerin camlarından yemek, bacalarından kömür kokusu yayılıyordu ortalığa. Evlerimizde sıcak, soframızda yemek var demekti bu. Bu kadarı bizim için zenginlikti, ötesi hayal edilemeyecek kadar uzak. Ama o uzaklardan gelmişti işte: Güneş, bizim hikayemizi dinlemek için.
Akşama kahvede buluştuk. Güneş ve arkadaşları bizi bekliyordu. Herkes toplanana kadar Kahveci Yusuf onları ağırlamıştı. Hepimiz merak içindeydik. Neler olacaktı, nasıl olacaktı bilmiyorduk. Ta İstanbul'dan kalkıp gelmişler, bizim hayatımızı kayda değer bir şekilde sanata, ilime konu edeceklerdi. "Bahtiyar! Nerede kaldı çaylar len? Hadi gari, seni bekleyipduru millet." Kahveci Yusuf hepimizden çok heyecanlıydı. Kimsenin acelesi yoktu ama o sürekli telaşlı talimatlar yağdırıyordu Bahtiyar'a, eski çırağına. Hasan Usta da gelince ekip tamamlanmıştı. Bir grup pırıl pırıl genç vardı karşımızda. Sabah bize anlattıklarını bir kez de herkesin önünde anlatmış; emekten, madenden, madencilerin yaşadıkları zorluklardan bahsetmişlerdi. Bizim için çok olağan bir akışı öyle güzel cümlelerle anlatmışlardı ki çoğumuz sanki başka birilerinin acı dolu hikâyesini dinlermişçesine hüzünlenmiştik. Saatler akıp gitti öylece. Sorduk, dinledik, gülüştük, üzüldük. Sonra hep birlikte aynı karara vardık. Bu uzaklardan gelen misafirleri eli boş döndürmeyecektik elbette. Yarından tezi yok ne gerekiyorsa yapılacak, izinler alınacak, hazırlıklar başlayacaktı. Bir düğün telaşıdır sardı hepimizi.
Evlere dağıldığımızda hepimizin içinde aynı heyecan dolaşıyordu. Usulca evlerimize girip yataklarımıza sokulduk. Beni uyku tutmadı ama diğerlerini bilmem. Kalkıp sobaya baktım. Korları usul usul yanıyordu. Sabaha kadar sıcak tutardı evi. Çocukların açılan üstünü örtüp başlarını okşadım. Kapının önüne çıktım sonra, bir sigara tüttürdüm. Yarın akşamı düşünüp duruyordum. Neler olabileceğini aklımdan geçirirken gökyüzünde gezinen gözlerime bir ışık huzmesi çarptı. Dikkat kesilince bir yıldızın kaydığını anladım. Alelacele bir dilek tuttum içimden. "Yarın çok güzel bir şey olsun." Bilirsiniz, yarına dair umudu olan herkes gökyüzünde bir yıldız kaydığında dilek tutar ve o dilek kabul oluncaya kadar bir sır gibi saklar. Bu temel ritüeli de yerine getirdikten sonra içeri girdim, yatağa sokuldum. Üşümüştüm ama değmişti doğrusu. Gökyüzünde kayan bir yıldıza denk gelmiştim. Belki de beni yatağımdan kaldırıp dışarı çıkaran ve kayan yıldızı gözlerimle buluşturan bir işaretti bu. Yarın çok güzel bir şey olacaktı.
Ertesi sabah kan ter içinde, korkuyla uyandım. Ne olup bittiğini, nerede olduğumu anlamaya çalışırken saatin alarmı çalmaya başladı. Kötü bir rüya görmüştüm. Hatırlamaya çalıştım ama her şey karmakarışık olmuştu zihnimde. Köy meydanında bir düğün, hepimiz mutlu mesut eğlenirken patlayan bir silah, yerde kanlar içinde yatan insanlar... Hayra çıksın diye kendi kendimi teskin ettim. Kan vardı, kan rüyayı bozardı. Bu kabusu aklımdan çıkarmaya çalışıp kalktım yataktan. Madene geç kalıyordum.
Güneş ve arkadaşları bir yandan izin ve planlama işlerini hallederken bir yandan da madene girip bizimle sohbete başlamışlardı. Her ânımızı merakla izliyor, sorular soruyor, ara ara çekimler yapıyorlardı. Biz alışkınız fakat normal bir insanın yerin dibinde çok uzun zaman geçirmesi pek kolay değildir. Yine de en inatçıları Güneş'ti. Uzun uzun madende kalıyor, ağzımızdan çıkan her kelimeyi yazıyor, biz çalışırken görüntüler alıyordu. Bir gün, iki gün derken hepimiz alışıvermiştik onlara. En çok da Güneş'e... Güler yüzüyle, sıcak davranışlarıyla bizden biri olup çıkmıştı. Çekimlerin ham hâlini izliyorduk bazen hep birlikte. Acılarımızı, sorunlarımızı, derdimizi, kederimizi; diğer yandan da her şeye inat gülen yüzümüzü anlatıyordu belgeselin her karesi. Anlaşılmak ve anlatılmak ne büyük mutlulukmuş bize Güneş öğretmişti. Hikâyemiz onun sayesinde birkaç sayfalık kuru bir olay yazısı olmaktan çıkıp çiçekli bir masala dönmüştü. Kömür tozuna bulanmış yüzlerimizde açan orkideleri görecekti herkes. Ah! Ne bilirdik ki o gidince yüzümüzde bir daha asla açmayacaklar. Bunu öğrenmemiz için daha zaman varmış.
Mayıs ayı gelip çatmıştı, havalar ısınıyordu artık. Gökteki güneş tenimizi, yeryüzündeki ise içimizi ısıtıyordu. Belgesel bitmişti. Bütün köy toplanıp izlemiştik kâh gülüp kâh hüzünlenerek. Artık misafirlerin gitme zamanı gelmişti. Misafire hasret bizler için bu ayrılık çok zor olacaktı elbette. O hafta bizim ekip gece vardiyasındaydı. Güneş ve arkadaşlarının gideceği günün sabahı köy kahvesinde güzel bir kahvaltı hazırlamıştık. Hasan Usta'nın veda konuşması ile gözlerimiz nemli başladığımız, sonrasında güzelliklerle geçen iki ayın hatıraları ile gülüşüp konuşarak geçen bu kahvaltıdan sonra Güneş madeni son bir kez dolaşmak istediğini, ondan sonra yola çıkacaklarını söyledi. Bahtiyar ve Hasan Usta ile onu madene gönderdik, Mahir ve diğer arkadaşları ile biz meydanda kaldık. Minibüslerine çekim malzemelerini ve eşyalarını yerleştirip yola çıkmaya hazırlanıyorlardı. Tuhaf ve ürkütücü bir şey oldu tam da o anda, derinden bir uğultu çöktü köye. Gök karardı aniden. Yağmur yağacak da gök gürüldüyor sandık. Öyle olmasını ne çok isterdik. Saat 15.10'du. Uğultu giderek arttı ve sonra hayatımız boyunca kulağımızdan silinmeyecek o yardım çığlıklarını duyduk. Kötü, çok kötü bir şeyler oluyordu. Kararan havanın sebebi bulutlar değil dumandı. Madene doğru koşmaya başladık hepimiz.
Maden, yerin 400 metre altı. Elektrik panosundan çıkan bir ateş parçası. Koca madeni saran o yangında kaybettik 300 arkadaşımızı ve Güneş'i. Her ölüm acıdır fakat onu böyle içten davet etmesi daha çok yakmıştı canımızı. Bizim kaderimizde vardı; işimizin fıtratı buydu belki ama onun yaşaması gereken, yaşanası bir hayatı vardı. Anlatacağı nice hikâyeler, çekeceği filmler, âşık olacağı yürekler, seveceği çocukları... Gel gör ki bir anda batıp gitmişti bir dağın ardından akşamüzeri vakti. O günden sonra tüm gidenler bir yana o kalbimizdeki en büyük sızı olup kaldı.
Öyle bir an ki adına seher vakti derler, en karanlık hâlidir günün. Kötülüğün saadeti kol gezerken yeryüzünde, umut ellerini açıp semaya bir nefes yollar şafağın sökmesi için. Kâinat var oldu olalı gökler hiçbir zaman boş çevirmez umudun nefesini ve her seher vakti güneşi rahminden doğurup ışığa doyurur yeryüzünü. Tıpkı bir kadın gibi... İşte biz de kâinatta böyle bir karanlığa boğulmuşken, tam da o anda, umut bizim için bir nefes salmıştı semaya. Güneş'imiz doğmuştu. Fakat adına Güneş derken bunca Güneş'e benzeyeceğini bilemezdik. Çabucak batıvermişti doğduğu göğün koynuna sığınırcasına. İçimize sıcaklığını miras bırakıp ve yeryüzüne geceleri aydınlatsın diye yıldızları emanet edip gitmişti.
Bir ıhlamur ağacının gölgesinde, bahar vaktinin yağmurla bezediği ılık ve naif bir akşamüstü oturmuş hayatı izliyorken aklıma düştü Güneş. Sonra gökyüzüne baktım. İşte orada, hayatın orta yerinde, esrik bir aşk gibi duruyordu. Hem yanı başımızdaymış gibi ışığına tutsak ediyor hem koşmakla, yürümekle bitmeyecek bir yolu mesafe olarak koyuyordu araya. Güneş hep yanımızda, başucumuzda sımsıcak ama bir o kadar da ırak. Güneş hem bir sevda hem yoksunluk. Güneş hep bizimle, şuracığımızda atan bir kalp artık. Hayalimizdeki gülüşüyle içimizi ısıtan ve hasretiyle iliklerimizi donduran... Artık Güneş'e yolculuk edenlerin ardından söylenen bir dua gibi dilimizde hep aynı cümle: "Ey yolcu, Güneş'e selam söyle!"
CONVERSATION