Hayal Taciri (II.Bölüm) / Burak Çakır
Nihayet merakı galip gelerek zarfı açmaya koyuldu, küçük
bir uğraşın ardından telli bir okul defteri zarftan sıyrılarak kendini küflenmiş
tahta zemine bırakıverdi. Hayal kırıklığı ile baktı bir süre deftere,
isteksizce çekti oturduğu sandalyeyi ve aynı isteksiz tavırla uzandı deftere. O
kadar merak, acele bunun için miydi yani? Bir defter için mi güzelim uykusundan
olmuştu? Masaya bıraktı defteri ama gözleri hâlâ üzerinde duruyordu. Sonradan
fark etti deftere iğrenerek baktığını, iyi de bu gereksiz iğrenme de nereden
gelmişti? Yine önyargısına esir olduğunu hissetti, Hâlâ aşamamıştı şu meseleyi…
Defter hakkında güzel şeyler düşünmeye çalıştı, işte o an
optimist düşüncedeki kabiliyetsizliğini bir kez daha fark etti ama aklına bir
şey gelmemesi defterde güzel bir şeyler olmayacağı anlamına gelmiyordu ya!
Şekilsiz burnundan derince bir nefes aldı, elleri titriyordu. Acaba nasıl bir
sürpriz bekliyordu kendisini? Çocuklara mahsus bir hevesle defterin kapağını
araladığında yüzündeki umut bulutlarının kararması da çok sürmedi.
“Sevgili günlük,
Acılarım doruklarında bu gece. Bilmiyorum kaç kez kendi
kendime “Bitti! Bu kez ağlamayacağım artık!” dedim…
Bu bir günlüktü, sıradan bir günlük…
Sinirle birkaç sayfa daha çevirdi ama basbayağı günlüktü
işte! Yok, biri kesinlikle dalga geçiyor olmalıydı, defteri tutmasıyla odanın
diğer köşesine fırlatması bir oldu. İnsan en hassas ses tonuyla, ümitsizlikle söylendi;
-Kahretsin! Bir ergenin sözde aşkının sözde bunalımını mı
okuyacağım bir de!
Başını ellerinin arasına aldı, gözlerini kapatarak derin
derin birkaç nefes aldı. Aynı ümitsiz tonla söylenmeye devam ediyordu;
-Bu da bir sınav belki? Sabrımı sınıyor…
Lafını kulak tırmalayıcı bir ses kesti, telefonu
çalıyordu. Odaya döndü, bu hengâme içerisinde nasıl bulacaktı şimdi?
Üşengeçliği de üzerindeydi bugün ama az önce sönen merakı yeni ümitler aşıladı
karamsarlığına, “Ya önemli bir telefonsa?”
Bir hevesle sese doğru yöneldi, dağınıklığı ile verdiği
kısa bir cebelleşme nihayetinde ulaştı telefonuna, daha doğrusu takozuna. Takoz
telefonu eline aldığında basmayan cevaplama tuşuyla cebelleşti bir süre de, bu
savaşı kazanır kazanmaz muzaffer bir edayla kulağına götürdü telefonu tüm
siniri şu iki küçük galibiyetle sönüvermişti sanki. Ah, onun öfkesi daima saman
alevi gibiydi zaten;
-Efendim?
-Anıl Abi benim, Onur…
-Ha, Onur! Nasılsın kardeşim?
-Sorma abi…
Bugün bir gariplik vardı bu çocuğun sesinde, hayırlısı;
-Ne oldu Onur, hayırdır?
Kısa bir süre sessizlik oldu. Anıl, farkında olmasa da telefonun diğer ucunda kıvranıyordu Onur.
Ah Allah’ım, sevdiğin birine kötü bir haber vermek ne zordur! Neden? Sonra Onur, seçtiği en kusursuz teselliyi mırıldandı ahizeye;
-Abi biliyorsun, bu dergi senin için küçük bir dergi zaten… Derginin durumu da ortada, sen de biliyorsun…
Gelen tehlikeyi sezen Anıl yerinde duramıyor, bir
taraftan odanın içerisinde volta atıyor diğer yandan sinirlerine hâkim olmayı
deniyordu;
-Ne biliyorum Onur? Adam gibi konuşsana!
Bu gergin
atmosferden sıkılan Onur tek nefeste, gerçeğin en sert tonuyla söyleyiverdi;
-Seni işten çıkarmışlar abi!
Duyduklarının şaşkınlığı ile ağzında biriken hakaretleri
yutmak zorunda kaldı Anıl, yürümeyi de yarıda kesmiş öylece yere bakıyordu.
Karnına garip bir ağrı saplandı, kalbi sıkışır gibi oldu artık hissettiği şey
sinir değildi, artık ne hissettiğini bile bilmiyordu. Sessizliği bozan yine
Onur oldu;
-Patron hep sıkıcı ve karanlık hikâyeler yazdığını
söylüyor, insanlar mutlu sonlar istiyormuş…
“Yazar yaşadığını, gördüğünü yazar!” diyemedi, sustu
Anıl…
-Her hikâyesi birbiriyle aynı diyor, insanlar aşk istiyormuş
sen de aşk hikâyesi yazmıyorsun abi…
Kendini savunma ihtiyacı hissetmedi bu kez Anıl, çünkü şu
çocuğa ne derse desin bir şey değişmeyecekti. En iyisi yormamaktı kendini, en
iyisi susup kalp kırmamaktı, gururlu bir şekilde veda etmekti…
-Sağ ol Onur haber verdiğin için… Sağ olun…
-Abi tazminatı aynı hesaba…
Daha fazla katlanamadı Onur’un sesine, telefonu kapattı
ve yığıldı olduğu yere. Şimdi ne yapacaktı?