Bütün Saadetler Mümkündür yahut Büyük Hulyalar Kuralım / Mustafa Söğüt
Beyhude. Yüzüne baktım, yüzünü
hırpaladım. Adını anmadı. Adımı söylersem yeni baştan yaratılır gördüğün şu
âlem, dedi. İnanmadım. Hem ben öyle her duyduğuma inanmam ki. Geçen, Mehmet
Efendi geldi, evladım şu hesabın şifresini hatırlayamadım, onu bir halletsene.
Dedim senin ne işin var bu sitede, otur hac umre parası biriktir. Kızdı bana,
her şeyin zamanı varmış, ben öyle her şeye karışmamalıymışım. Tamam, dedim
yaşın sebebiyle bütün hakikâti sen bilebilirsin, benim aklım ermez dünyaya.
Yüzünü ekşitti, de get işine, dedi. Ben de bir işimin olmadığını hatırladım.
Halbuki okul okumuştum, sınavlara girmiş, cevaplar vermiştim. Elime de bir
kağıt yuvarlayıp haydi hayata atıl, demişlerdi. O sıralar mahalle yangın yeri
tabii ki, iş yok güç yok. Yuvarladıkları kağıdı bir dürbün gibi kullanmaya
başladım. Gökyüzünü pek net göstermese de yeryüzünü iyi gösteriyordu. Şaşırdım.
Beyhude değildi.
Mahalleye
doğru inerken ayaklarımın beni durdurmaya çalıştığını hissetmiş, oralı bile
olmamıştım. Biliyordum, bugün büyük gündü. Mahallelerin de büyük günleri olur,
mahallenin de bir töresi vardır. Bir yığın kalabalık, nefes aldırmamaya yemin
etmişcesine üstüme üstüme gelirdi. Bakardım, şaşırmazdım bu sefer. Seneden
seneye artardı bu kalabalık. Niye mi? Elbette yarışma için. Kimin kurduğu hayal
büyük ise ona hayalini gerçekleştirme fırsatı verilirdi. Mahallenin insanı
hayatı boyunca didinip dururdu en büyük hayali kurmak için. Ama hikâye bu ya, o
hayal bir türlü kurulamazdı – ama yine de yarışma bu ya illa birinci seçilecek- Gördükleri ve yaşadıkları sebebiyle bu
insanlar, karnının doymasını bile yüce görürdü. Geçen senenin kazananı ölümüne
değin patates kızartması yiyebilmeyi dilemişti. Şimdi sivilcelerini sıkmakla
meşgul. Bakınca ibret alıyorum, hayalin bile makbulü lazım. Bakalım bu sene kim
kazanacak. Mahalleye doğru inerken tedirgin olmayı bir kenara bırakıyorum. Bir
hayal kurmalıyım. En büyüğünden bir hayal.
Mehmet
Efendi, hiç kurma dedi, bu sene ben kazanacağım. Bir yıldır bunu düşünüyorum,
dedi. Dedim ölümsüzlüğü mü dileyeceksin yoksa bol takipçi mi? Yine yüzü ekşidi.
Bilemedin, dedi. Şimdi sana söylerdim de sen anlamazsın. Baktım, haklıydı. Yaşı
kaçtı, başı kaçmamıştı, elbette benden daha akıllı olacaktı. Söylese ne
anlardım. Hem ben değil miydim kendime ait bir hayal kurmak isteyen. Mehmet
Efendi’nin hayaline kalmamıştım ya, kalmamıştım galiba. O sırada neden beni
hâlâ takip etmiyorsun, diye kızdı. Hafta sonu yeni bir video ekleyecekmiş, bol
yağlı hamburger yiyip kalp krizi geçirmeme meydan okuması imiş. Umarım hık diye
gitmez. Ölürse yarışmayı da kazanamaz.
Ben
ölmem, dedi. Ölürsem yarım kalır her şey. Takipçilerim, videolarım... Dedim
yarım kalmayan ne var, bir ben bir sen deyip bir nebze yüreğine su serptim.
Elvermedi vicdanım. Elvermek deyince Mehmet Efendi bana el verecekmiş. Bunu
şimdi dedi, konuyu dağıtmak için başka bir konuya geçti. Dedi bu işleri iyi
öğren, elimi sana devredeceğim, işimi sen devralacaksın. Sevindim. Ölürüm bir
gün demedi ama öleceğini elbette o da biliyordu. Hem kim kalmış ki. Ben
kalsaydım keşke. Kalsa mıydım? Hem el devralacağım, ölmesem iyi olur. Ben ölmem
el alırsam.
Mahalle
diyordum, mahalleye dönmeli. Hem Ayşe beni kapıda bekler, evin yolunu unuttun,
der. Ayşe, derim ben el alacağım ileride, sana da bana da güzelce bakarım
korkma. Ayşe elin belinin altında kalmayasıca diyerek eline maşayı aldı.
Yarışmaya odaklanmalı, dedi. Dedim ben düşünüyorum bir müddettir, sen de mi
düşünüyorsun? Dedi ben sana demedim ama uzun zamandır hazırlanıyorum, sen
Mehmet Efendi’den başını kaldırıp konuyu bana getirene kadar ben ne hayaller
kurmadım ki. Dedim benimle mi başlıyor bu hayaller. Yok, dedi, seninle bitiyor.
O ne demek Ayşe, dedim. Kurduğum her hayal boğazıma senin gibi diziliyor
sonunda, dedi. Dedim ben hayal kursam seni de dahil ederdim yamacıma, sen üşüme
diye sıkı sıkı sarardım. Dedi ki yıllardır üşürüm, alıştım elleşme, dedi.
Elleşmedim ona. Belli ki bu hikâyede pek yer almak istemiyordu, görünüp çıkmak
istiyordu kanımca. O vakit mahalle diyorum.
Anamın
beni doğurup, haydi oğlum büyümeye başla burada dediği mahalle. Beş lafımdan
dördü mahalle. Nasıl olmasın. Yaşamım dediğim şu üç beş sokak. Dönüp durup aynı
yere geliyorum. Sanki bu mahalle olmasa, adımı bile unutacağım. Yüzümü,
Ayşe’yi, Mehmet Efendi’yi... Hem bu kadar mıdır mahallem. Değildir ya. Değildir
elbet. Rıza’dan da bahsetmeliyim. Onu anmasam eksik kalır gibi bu hikâye. Ondan
bahsetmeli ve dönmeli elbet büyük hulyalara. Rıza diyordum, daha doğrusu Bizim
Rıza. Ben ona hep Bizim Rıza, derim. Başka hiç olmadı ki hayatımda. Bizim
Rıza’nın bir huyu vardır, insanlar yanından geçerken kulaklarına dokunur ve
dişe dokunur bir kulağın yok, der. Başta garip gelir sonra alışır insan. Hatta
onun bakkalının önünden geçerken kulağında o sıcaklığı hissetmeyen her
mahalleli evine buruk döner. Hatta bazıları durup onu bekler. Bekler ki
bozulmasın bu âdet. Yalandan da bir iki laf ederler ama bilirim içten içe hepsi
bunu huy edinmiştir. Birinden duydum, dedi ki Bizim Rıza ellemezse kulağıma ve
o sözleri etmezse evde o gün kavga kıyamet kopar. Karımla birbirimizi yeriz, o
dokunup sözlerini edince bizim hanım yumuşacık olur. Eee bu rivâyet sadece
benim kulağıma gelmedi, Bizim Rıza’nın ellediği her kulağa yayılmıştı. Anamın
beni doğurup sokağına saldığı bu mahallede ben de Bizim Rıza’nın kulağıma
dokunmasını ve o sözleri söylemesini bekliyordum. Yarışma gününde yanına
mutlaka uğrayacaktım.
Uğradım.
Yarışmanın olduğu gün önce Mehmet Efendi’nin paylaştığı meydan okumalarını
izleyip beğendim. Sonra Ayşe’nin yanına uğradım, evin yolunu gösteren bir kroki
aldığımı gösterdim. Eee elbette Bizim Rıza’ya uğrayıp kulağıma dokunmasını ve
sözleri söylemesini istedim. Şimdi hazırdım. Elime bir kağıt alıp adımı
soyadımı yazdım. Altına da hayalimi yazarak kurula teslim ettim. Mahallenin
ileri gelenlerinden oluşan bu kurul kağıdı alınca güldüler hep birlikte. Bu
hikâye ile ne alakası var der gibiydi bu kahkahalar. Ben de başlığı niçin böyle
koyduğumu der gibi bir bakışla cevap verdim.
Yarışmacının
Hulyası: