Modern İnsanın Benlik Arayışındaki Muhteşem Savaş / Menekşe Koçak

 

Edebiyat ile psikolojinin birbiriyle devasa harmanlanması sonucunda ortaya çıkan "modernizm" akımının etkisiyle daha öncesinden alışık olduğumuz düzen uçup gitmiş rutin konular yerini daha dikkat çekici tabir-i caizse insanın beynini kemiren zihin akışına, erkeklik ve kadınlık olgularına ve bizim için en önemlisi olan "varoluşa" bırakmıştır. İşte insanın kendini gerçekleştirme teması Freud’un liderliğinde olduğu bu düzlemde ortaya çıkmıştır. Üstüne binlerce kez kafa patlatılmış, felsefeler ortaya atılmıştır. İnsan âdeta okurken sorgulamaya, sorgularken de kendini varoluş izlerini tamamlamaya adamıştır. Modern insanın kendini gerçekleştirme evreleri adına yorum yapmaya kalksak saydıklarımızın çoğu ruhsuz, çoğu da boşluklardan ibaret kalır. Doğduğumuz andan itibaren ölünceye dek süregelen bir sorundur bu bir nevi. Kadınlığımız/erkekliğimiz arzularımız, genlerimiz, (yeri geldiğinde egomuz) kendimizi gerçekleştirme evresinde başımıza gardiyan gibi dikilir ve hayatımıza yön verir. Herkesin kendi yolunu seçemediği bu vesveseler dünyasında kendi karakterimizi oluşturmak yegâne amacımız olmalı zannımca. Kanatlanıp uçmadan önce ben buradayım diyemiyorsak, gerçekleştirilmeyi bekleyen bir kimliğimiz de yok demektir. The Love Song of J. Alfred Prufrock eseriyle, cesaretimizin önündeki engellerle varlığımızı darlaştıran insanın; düşüncelerinin, duygularının asla bir çizgisi bir sınırı olmadığını düz bir skalada hareket etmediğini gözler önüne serer. Modern insan sürekli bir devinim hâlindedir. Düşünceler, bilinç akışı gibi değişkenlik gösterir. Ani değişimler, durgunluklar, patlamalar meydana gelir, var olan her şeyin geçmişteki yansımasının görülebileceğini anımsarız. "Cesaret edebilir miyim? Zaman alacak…" cümlelerinin içine hapseder bizi Eliot. Merdivenleri çıkmaya bile cesaret edemeyen yozlaştırmış bir vücudun içine hapsolmuş karakterle birlikte hepimiz düşeriz o merdivenlerden tek tek. Hayatımızı kahve kaşıklarıyla ölçeriz, belki de çoğu zaman veya varlığını bile bilmediğimiz hâlde bir işe kalkışmaktan korkarız. Varken bile yok olmanın kibarcası değil midir peki bu? Müziğin sesini daima en uzaklardan dinlemekle mi geçireceğiz hayatımızı? Tam olarak bunu sorgularız. Korkarak, saklanarak, bedenimizi taşırken içimizdekine daima yabancı olarak, örseleyerek, örselenerek… Kendini her konuda önemsizleştiren aciz gören ve kendi sesi olmayan bir adamın hikâyesini anlatır Eliot bizlere… Bir nevi sessizliğe hapsolmuş görebileceği tek dişi, bir deniz kızı olan, insan sesleri çoğaldıkça boğulan bir adam… Ses çoğaldıkça benlik yadsınır çünkü. Bu noktada Hamlet kulağımıza çalınır, "Olmak ya da olmamak...", gerçekten tüm mesele bu. Modern insanın kısırlığı, çoraklığı ve yenilenmeye muhtaç olan savaş kırıntılarının sonunda âdeta çiçek açtırırcasına okuruna verir Waste Land. Öyle ya belki de biz insanlar da Eliot’un çorak topraklarındaki çiçekleriyizdir. Savaşın bıraktığı etkileri, yıkımı, buhranı, yalnızlığı ezgilerine döken modern insanın mahvoluşunu seyrederiz. İnsanoğlu için hayat serüveni belki de hep bundan ibaret olmuştur, sürekli savaş hâlindeyizdir; bilhassa da benliğimizle. Ölüm ve yaşamın arasındaki zıtlıkların aslında bir o kadar da bir bütün olduğunu fütursuzca hissederiz. Savaşta dökülen gözyaşları, kanlar, gürültüler, paralar, vücutlar aslında kendi zihnimizdeki boğuştuğumuz düşüncelerin ta kendisidir. Hepimizin başında bir Fisher King vardır aslında; insanlığımızın, varlığımızın lideri olarak gördüğümüz, yokluğunda âdeta her yerin çoraklaşacağına inandığımız... Kendimizi ait hissettiğimiz şeyler yok olduğunda ise çorak topraklardaki yeşermeyi bekleyen çiçekler gibi savrulur dururuz hayat boyunca. Peki, nasıl yeşerteceğiz benliğimizi bu çorak topraklarda?  Yenilenmeye ve renklenmeye yüz tutan çorak topraklar gibi solmaya hapsolmuş karanlık birer birey oluruz yeniden Gatsby gibi… Karanlık dünyasının tozlarını servetiyle ve gücüyle aşmayı amaçlayan bir birey. Geçmişe tutunarak sıyrılabilir miyiz korkularımızdan? Kendi varlığımızın eksik noktaları geçmişte mi saklıdır? Hatalarımızı düzeltebilsek, dünümüze bir bilet alarak onarabilsek, toplum tarafından biz kadınlara biçilen kaftanlardan da sıyrılabilir miyiz yoksa sessiz sedasız geçmişe kenetlenip ışığımızı söndürür müyüz ya da yeniden muhteşem olur muyuz? Modern insan olabilir miyiz, bu noktada yeniden var olabilir miyiz? Geçmişe ait küçücük bir öpücük geleceğin kurtarıcısı olur mu yoksa bunlar sadece insanlığın bir reklamından mı ibarettir? Varoluşumuzu işte bu sorular kamçılar. Savaşın parçaladığı hayatlar, tükenilen umutlar, erkeklik ve kadınlık olguları ve yitip giden bir kuşak. Ruhumuzun derinliklerinde açan acılar  yavaş yavaş ölen boğalar, kesilen kulaklar, bağırsakları yere dökülen atlar, kanlar içindeki hayvanlar ve yaralı insanların arasında savrulup gideriz. Umutsuzluğun içinde umut, karanlığın içinde aydınlık ve her çamurluğun ardında da daima açan bir çiçek ararız.  The Sun Also Rises… Yaşamımız, ister bir savaş meydanında ister bir arenada veya av anında, her saniyesi düş kırıklarıyla dolu bir savaş gibidir âdeta. Yaşadığımız her an zihnimizdeki savaşlarla da karşı karşıya kalırız. Umudumuz, belki yaralı olarak çıksak da çıkabilmekten ibarettir sadece. Kaybetsek bile defalarca yeniden deneriz ve aynı sonu tetikte bekleriz. Sürekli acı çeksek de her gün yeniden mutlu olmak için bir neden ararız. Birbirimize kenetlenip birbirimizi kollarız. Modern insan kendine ait izleri ileriye taşıyabilecek doyuma ulaştığında gerçekleştirebilir kendini zannımca. Çünkü dünya sonsuza dek yaşar ve zihnimizi kemiren her nokta da bir yıldız gibi ışık tutar hayatımıza. Tıpkı her gecenin ardından doğan güneş gibi biz de parlarız var olduğumuzda… 


Popüler Yayınlar