ÖYKÜ: TELVE - ELİF CAN
“Tam şurada işte. Görmüyor musun? Bak minicik bir şey ama nasıl da ay gibi parlıyor.” Gözlerini iyice kısmış, eltisinin parmağının ucuyla işaret ettiği fincanın içine bakıyordu Nezihe. Ama tek görebildiği, dibe çökmüş telveye doğru uzanan kahveden dantelli yollardı. Onların parlaklığı da sonu ıssız ormanlara çıkan ışıksız yollar kadardı. Eltisinin üç vakte kadar gönlünü ferahlatacak dediği haberin bu yoldan geçebilmesi mucize olurdu ama müjde sayılıp sayılmayacağı bir muammaydı. Ona böyle söylenen son haberi hatırladı Nezihe. “Müjdemi isterim” diye yanına gelen büyük halasını. “Sana hayırlı bir kısmet çıktı kız” demişti. 18’ine basalı daha bir hafta olmuştu. Şimdi nereden baksan, üzerinden iki yıl geçmişti. Kahve falında belki üç, belki beş vakitti bu. Belki az, belki çok. İşte bu zamansız iki yılın sonunda, duvarında aynalı harflerle adının yazdığı mutfakta oturmuş, en sevdiği fincan takımının içinden çıkan havadisleri bulmaya çalışıyordu. Bu fincan takımı, halasının haber ettiği o hayırlı kısmetle evlilik hazırlığı yapılırken alınmıştı. Çeyizinde bu fincanlardan daha çok sevdiği başka bir parça yoktu. Altı, kutu gibi düz, küçük bir şeydi. Beyaz ince porselendendi, üstünde de minicik pembe güller vardı. Annesi onun beğendiği bu takımı görünce “Şöyle daha ağır bir şey alalım” diyerek, altın yaldızlı, yüksek ayaklı bir şey seçmişti. Halası da tabii ona katılmaktan geri kalmamıştı. Mağazadaki satıcı kızın “Bu da bizim hediyemiz olsun” demesine minnettardı. Aldıkları onca şeyin yanında, bu fincan takımı çok ucuz kaldığından öyle dediğini biliyordu ama bir önemi yoktu. Sonuçta şimdi kahve o fincanlardaydı. Annesinin seçtikleriyse, salondaki cam büfede el sıcaklığıyla tanışacakları o ilk günü beklemeye devam ediyorlardı. Onlarda bakılacak falı düşündü Nezihe. Eltisinin bilezik dolu kollarından bir parçaymış gibi duran parlak işlemeli kulplarını. Genişçe tabaklarını. Belki onların içine baktığında hanesine doğacak güneşi daha iyi görebilirdi. Önünde uzanan yolu. Üç vakte kadar alacağı müjdeli haberi. Oysa şimdi tek gördüğü yapışkan bir çamurdan farksızdı. Hem de en sevdiği fincanın her yanına bulaşan bir çamur.
Nezihe’nin eltisi konuşmaya başladı mı hiç susmazdı. Her zamanki gibi “Hadi bir kahve yap da, hemencecik falına bakayım” diye başlamış, bir saat geçmesine rağmen de durulmamıştı. Arada “Anneee su! Anneee çikolata!” diye yanına gelen oğlunu eline bir şeyler tutuşturup, gerisin geri babasına gönderiyordu. Sonra da siyah ipek gömleğinin yakasını çekiştire çekiştire “Bir rahat yok şunlardan” demeyi ihmal etmiyordu. Aslında “şunların” keyfi gayet yerindeydi. Küçük çocuk canının istediği gibi koşturuyor, mutfaktakilerin kocaları da tıka basa yaptıkları pazar kahvaltısının üstüne Türk kahvelerini içiyorlardı. Kahvelerinin yanına çifte kavrulmuş lokumda koymuştu. Kocasının Eminönü’ndeki dükkânlarından getirdiği fındık, fıstık, kuru üzümden de. Her yeni gelin gibi hiçbir şeyi fazla sayılmıyordu. Hatta süsü yoksa ayıplandığı oluyordu. Mutfak çekmecelerinin, dolaplarının kulplarından taşlar, boncuklar sarkıyordu. Baharatlıklarının, çaydanlıklarının, hatta su damacanasının bile rengârenk fırfırlı şapkaları vardı. Hepsi hâlâ sahibini bulamamış hediye paketleri gibi görünüyordu. Onlara her baktığında sanki kendisi de şeker pembesi kurdelelerle bağlanmış gibi hissediyordu. Ama en çok gözünün takıldığı, mermer tezgâhın üstündeki duvardı. Kocaman aynalı harflerle Nezihe’nin Mutfağı yazıyordu. “Şimdi bunlar çok moda” diye, ablası hediye etmişti. Modaydı moda olmasına ama içinde olduğu gerçekten onun mutfağı mıydı? Bilemiyordu. 18 yaşında sözlendiği günden, 19 yaşına basıp evlendiği güne kadar burası için tencere, tava biriktirmişti. Tabağın en iyi işlemelisini, bardaklarınsa hep kristal olanı seçilmişti. Aslında onları da annesi beğenmiş, son sözü de ablasıyla görümcesi söylemişti. Fırında, buzdolabında bile kaynanasının sözünün geçtiği bu mutfak Nezihe’nindi işte. Bir tek eltisinin evirip çevirmeye devam ettiği kahve fincanını o seçmişti. Annesi onların bu hâlini görse günah derdi, “Ne falıymış bu böyle?”
Adından önce, günah nedir onu öğrenmişti Nezihe. Cıs diye yanma korkusu boyuyla birlikte büyümüş, bugünlere kadar gelmişti. Çok şükür artık cıs diye yanılmayacağını iyi biliyordu ama günahın onları terk etmişliği yoktu. Kocası günahlara annesinden daha düşman çıkmıştı. Kadın bu haramsız damadından çok memnundu. Hele onların böyle fal baktığını görüp kızsa daha da memnun olurdu. Ama göremezdi. Erkekler, evlerin mutfağında olanları görme, duyma yetisine sahip değillerdi. Mutfağın sihri işte tam da buydu. Evin beyni, kalbi, her şeyi ama en görünmeyeniydi. Bir kadının hiç uğraşmadan gizlediği hazinesi. Bunu baba evinde görmüştü Nezihe. Beş sene önce ablası evlenince, mutfakta annesinin sağına o düşmüştü. Misafir gelince oraya kaçar, gittiklerinde yine orayı toplardı. Acıkınca girer, herkes doyunca çıkardı. Çayın ilk fokurtusunu duymadan rahatlamaz, tencerenin kapağını da asla açık bırakmazdı. Salonda ak denenin, aslında kara olduğunu da annesinin mutfağında öğrenmişti. “Kocadan gizli saklı olmaz” diye öğütler veren annesinin, babasına duyurmadığı her şeyin oradan geçtiğini gözleriyle görmüştü. Alışverişten artırıp biriktirdiği parasını, komşulardan havadisleri, akrabalardan şikâyeti. Salon, yatak odası falan hikâyeydi. Evin can damarı mutfaktan geçerdi. Kanlıydı mutfak. Kanlı ve canlı. Erkeğin ayağı oraya ne kadar girerse girsin, asla oraya ait sayılmazdı.
Fincandan bir damla kahve, beyaz halıya düşüyor. “Bak işte üzerindeki göz” diyor eltisi. Onlardan da kurtulacakmış Nezihe. Dişini sıksın, üç vakte kadar hepsi geçecekmiş. Önce üç vakit ne kadar eder onu düşündü. Sonra aklı, üstündeki o gözlere takıldı. En son kiminle göz göze geldiğini hatırlamaya çalıştı. İnsanlar arasına karıştığını. Arada bir böyle birkaç akraba ziyareti olurdu, o kadar. Bir de tabii market alışverişi. Kocası söylediklerini doğru alabilse, onu alışverişe de götürmezdi ama Nezihe; çayın özellikle en zor bulunan aromalısını, peynirin özel küflendirilmişini almayı öğrenmişti. Rüşeymli un almaya, ta karşı yakadaki marketlere gittikleri oluyordu. Onlara giderken de kara çarşafıyla sımsıkı sarmalanıyor, bir tek kimselere değmeyen gözleri ortada kalıyordu. Dışarıdan bakıldığında kararmış tüllerin ortasında bir çift gözden ibaretti o. Rüyalarında bile karanlık gölgelerin arasındayken, onu üzerinde göz olduğuna kimseler inandıramazdı. İlla bir şey var denecekse de, bu bir el olurdu. Her başını kaldırışında onu geri iten koca bir el.
20 yıl boyunca onu geri iten elin varlığının eksildiğini hiç hissetmemişti. 20 yılın çok fazla olmayacağını bilecek kadar da okula gitmişti. Boy atmaya başlayıp, genç bir kız gibi görünmeye başlayınca okuldan alınmıştı. Kapısından döndüğü lise, ona hep sihirli bir yer gibi gelmişti. Televizyonda her yaz başı ortaya çıkan, soğuklar başlayınca da göçen lise dizilerini hiç kaçırmadan izlerdi. Oradaki acımasız kızların ağzının payını bizzat vermek isterdi. Okulun en havalı çocuğunun gözlerini üzerinden çekmediği kız olmayı. Televizyon karşısında keşkelerden içi içine sığmazdı. Nezihe’nin 20 yaş için epey keşkesi vardı. Yüreğinin kabarması da hep bundandı. Ve hiç de öyle üç vakte kadar geçecekmiş gibi görünmüyordu. Aslında bir anlığına da olsa falda çıkana benzer bir ferahlama yaşamıştı. Hatta tam da fala bakmadan önceydi. Eltisinin “Yüzüğünü fincanın üstüne koy da, çabuk soğusun” dediği o andaydı. Yıllardan beri ilk defa göğsünde ağırlık olmadan nefes alıyor gibi gelmişti. Ters çevrilmiş fincanın üzerindeki ince alyansın parmağında o kadar ağırlık yaptığına şaşırıp kalmıştı. Onu çıkarınca sanki yüz kilo vermişti. Fincan çevrilip, alyans geri gelince hemen takmadı. Elinde öylece tuttu kaldı. Kocası “Nezihe soda kaldı mı? Getirsene” diye seslenince, suçüstü yakalanmış gibi panikle parmağına geçirdi. Sodaları açıp, bardaklara doldurdu. İçlerine de birer dilim limon koyup salona götürdü. Kocası “Tamam, sağ ol” diyerek onu geri gönderdi. Koridorda biraz durunca dükkânlardaki para konuların açıldığını anladı. Bilmesine yetecek kadarını dinledikten sonra da mutfağa geri döndü. Mutfağına. Döner dönmez “Bu günlerin tadını çıkar” dedi eltisi. “Çocuk olunca çok ararsın.” İçeride koşturup duran oğlana bakınca, onun haklı olduğunu görebiliyordu. Onu görmese de biliyordu ve ileride aranacak bu günler uzadıkça uzasın istiyordu.
Aslında Nezihe çocukları sevmez değildi. Misafirlikte gelenler biraz sinirlerini zorlasa da, yeğenlerinin bir dediğini iki etmezdi. Ama kendi kucağında bir bebek düşündükçe içi darlanıyordu. Evlendikten sonra altı ay geçmeden herkes bebek sormaya başlamıştı. Evine gittiği her kadın, evine adım atan her kadın, hâlinden hatırından önce bebek soruyordu. Hepsini “Kısmet” deyip geçiştiriyordu. “Tabi, tabi kısmet” diyerek bilmiş bilmiş sırıtan yüzlerine bakmaya dayanamayıp yanlarından gidiyordu. Önceleri mahrem bir şeyin bu kadar rahat sorgulanmasına şaşırmıştı ama mutfakta olduklarını hatırlaması uzun sürmedi. Kadınlar arasında serbest oyun sahasındaydılar. Ne yaparlarsa yapsınlar, ne söylerlerse söylesinler geçiş izni vardı. Yine bir gün böyle bir sorunun ardından banyoya kaçmıştı. Ellerini karnında kenetlenmiş lütfen Allah’ım diye dua ederken görümcesine yakalanmıştı. O da hemen annesine yetiştirmiş olacaktı ki, kayınvalidesi torun diye sayıklamaya çekinir olmuştu. Görümcesinin duasının geri kalanını duymadığına çok sevindi Nezihe. Kocasından bir parçayı içinde taşımak istemiyordu. Dünyaya ona benzeyen bir oğlan getirmekten korkuyordu ya da daha kötüsü onun babalık yapacağı bir kız...
Aslında Nezihe’nin kocasından bir kötülük görmüşlüğü yoktu. Ama kafes gibi içinde dönüp durduğu bu hayatı da iyiden sayamazdı. Kendine ait bir evi, kocası olunca her şeyin başka olacağını hayal etmişti. Hazırladığı çeyiz mutlu olmaya yetecek gibiydi ama yetmemişti. Evleninceye kadar hepi topu 10 kez gördüğü bu adamı sevememişti. Bakışını, sakalını, kullandığı kolonyayı… Kadınlar ve erkeklerin ayrı ayrı salonlarda oturduğu nişanını ve düğününü de sevmemişti. Ablası evlenirken, dünürlerin düğün bizim istediğimiz gibi olacak diye diretmesi, şimdi ona daha da etkileyici geliyordu. O düğünde gelinle damat hep yan yanaydı. Kendi kocasıysa ancak düğünleri bittikten iki saat sonra yanına gelmişti. Daha doğrusu, düğün mevlitleri bittikten sonra. Boynundan ayak bileğine kadar kapalı gelinliğiyle salonun başköşesinde oturup, Kuran-ı Kerim dinlemişti. Aklında ise sevdiği dizinin akşam yayınlanacak yeni bölümü vardı. Tavuklu pilavını yerken inşallah kaçırmam diye içinden dua ediyordu. Hem duası böyle zamanda kabul olmayacaktı da ne zaman olacaktı? Tavuklu pilavın peşinden pasta da yemişti. Onun yerine tulumba tatlısı gelse daha iyi giderdi diye düşündü ama o zaman cenaze mevlidinden farkı kalmazdı. Düğündü bu. Onun düğünü. Damat yanında durmasa da bir gelindi o. Artık bir kocası vardı. Kocası ve Nezihe ya da düğün davetiyelerinde yazdığı gibi Hasan ve zevcesi. Davetiyesinde kendi adı yazmıyordu. Kadının adının uluorta yazılmasının günah olduğunu da o zaman öğrenmişti. İnsanlar Hasan ve zevcesinin mutluluğuna şahit olmaya çağrılmıştı ve hepsi de bu çağrıya uymuşlardı. Nezihe’nin o güne dair hatırladığı tek mutluluğuysa, dizisini kaçırmamış olmasıydı. Horul horul uyuyan kocasının yanında gözüne bir türlü uyku girmemiş, o da parmak uçlarında yürüyerek salona gitmişti. Sabaha karşı iyice uykusu kaçmış, sessizce televizyonu açmış, karşısına da dizisi çıkmıştı. Hem de daha bölümün başıydı. Dizi bitene kadar kocası uyanmamıştı. Kahvaltıyı hazırlarken “Aslında o kadar da kötü bir gün değil” dedi. Kahvaltının üzerine bir de sevdiği fincandan kahve içince kendini daha iyi hissetmişti. Şimdilerde onu en çok iyi hissettiren şeyse, kocası işe gittikten sonra yaptığı bir iki lokmalık kahvaltı ve ardından yine bu fincanlardan içtiği kahvesiydi. Yetinmeyi öğrenmişti Nezihe. Yeni bölüme yetişemese de tekrarları izlemeyi. Ama hayatın tekrarı olmadığını da biliyordu. Ve şimdi eltisi, “Bu hayata müjdeli bir haber geliyor” diyordu. Bu müjdeden korkuyordu. Minicik bir şey diye kastettiğini bildiğinden korkuyordu.
Nezihe’nin eltisi “Hadi yıka da falın çıksın” diye fincanı uzattı. O da istemeye istemeye aldı. Tezgâhın başında, musluğu açmadan duruyordu. Sanki suyu açsa telve akıp gidecek ve onun karnında da bir bebek belirecekti. Bebek değildir herhâlde diyerek fincandaki kahveden yollara bir kez daha baktı. Karartıların arasına ne kadar dikkatli bakıyorsa, sanki minicik yüz de o kadar belirgin geliyordu. Nezihe, bebeğin küçücük parmaklarını da seçer gibi olunca fincanı hemen mermer tezgâha fırlattı. Saniyede tuzla buz oldu. Parçaları yerlere kadar savruldu. Herkes sese koştu. “Kırılan fincan mıymış?” dedi kocası. “Herhâlde heyecandan” dedi eltisi. En sevdiği fincanın kırılmış parçaları ellerinde, “Heyecandan ya, heyecandan” dedi Nezihe. Takımın bozulduğuna üzülmemeye kararlıydı. Yeter ki falın fallanmasın, yeter ki üç vakte kadar o müjdeli haberi almasın.