Kazağımın kollarını çekiştirdim. Melamin meyve
kasesini kucağıma aldım, pazardan getirdiğim mandalinaları soymaya başladım. Bu
kâse ne zamandır bizim evde? Melamin mi kaldı hâlâ yahu? Yanımda oturan kadın,
bir zamanlar kokoreç yiyip apartman zillerini çala çala eve koştuğum kadın mı?
Ben hâlâ evin bütün camlarını silen, zeytinyağlı pırasayı pirincini bol koyarak
yapan adam mıyım?
Mandalinalardan birini Ayfer’e uzattım.
“Bu kâse var mıydı bizde?”
Ayfer göz ucuyla baktı. “Bilmem. Annem
getirmiştir belki.”
“Hı.”
Mandalinayı seçmek de yemek de ustalık işidir.
Önce tüm pazarı dolaşırsın; çekirdekli mi, çekirdeksiz mi, ince mi kalın kabuk
mu? Daha uygun fiyata daha iyisi var mı? Karar verirsin hangisini istediğine.
Poşete çürük atmasın diye pazarcının elinden gözünü ayırmazsın.
“Selim, ne biçim mandalina bunlar ya, suyu da
yok. Verme bana daha.”
“Bu mevsim bu kadar olur Ayfer, ne bekliyorsun
bir mandalinadan?”
“Sen de diyorsun, mevsimi değil. Niye aldın
ki?”
Niye aldım ki? Ne bekliyorum bir mandalinadan?
Burnuma götürdüm elimdeki kabuğu, çok güzel kokuyordu.
Eve gelince yerleştirirsin özenle seçtiklerini.
Çok aldıysan sığmaz, eğreti çözümler bulursun. Bir tepsi mesela… Sonra o tepsi
gözüne batar, modası geçmiş desenleriyle mutfağın ortasında. ‘Ay ne
zevksizmişim,’ diye rahatlar insan, sonunda bulmuştur bir kusurunu. Ne zaman
aldım ki ben bu tepsiyi?
Ayfer’e uzun uzun anlatmak istedim mandalinaya
haksızlık yaptığını. Sonra vazgeçtim. Mandalinamın kabuklarını yavaş yavaş
soydum. Çocukken’ beyaz iplik’ derdim, her bir tanesini saran liflere ve onları
ayıklamadan yiyemezdim mandalinayı. Lifleriyle yiyordum artık sevmesem de.
Faydalıymış güya.
“Ay Selim, nasıl yiyorsun? Tadı bile yok. Çok
güzel elma almıştım, dur getireyim.”
“Yok istemem ben, sen kendine kadar getir.”
Ayfer ile aynı mağazada çalışırken tanışıp
evlenmiştik. Evlendikten sonra birimizin işten ayrılması gerekmişti. Ben
gönüllü olmuştum ayrılmaya, sonra iş bulurum ümidiyle. Üç senedir gönlüme göre
iş bulamamıştım. Ayfer çocukken incir satarak başlamış iş yaşamına ve hiç
durmadan devam etmişti çalışmaya. Ailem yazları hiç çalıştırmamıştı beni.
Çalışmanın ne demek olduğunu yirmi beş yaşımda öğrenmiştim. Felsefe okuyup,
t-shirt katlamaya iş denilirse tabii. İlk zamanlar evin her köşesine elimi
değdirirdim, camları sirkeyle pırıl pırıl yapar, Ayfer’in sevdiği zeytinyağlı
pırasayı pirincini bol koyarak pişirirdim. Haftada bir kokoreççiye uğramadan
edemezdik; dönüşte apartman zillerini çala çala eve koşardık. Ayfer hiç çocuk
olamamaktan, bense hiç büyümüş sayılmamaktan şikâyet ederdik.
Akşam çıkmalarımız seyrekleşti önce. Ayfer hep
yorgundu. Camlar yavaş yavaş buğulandı, pırasa pirinçsiz, sessiz sofralarla
geldi masaya. Pazara gitmekten vazgeçmedim yine de, özenle seçtim sebze
meyveleri. Ayfer beğenmese de hoşuma giden ne varsa aldım.
“Selim, mandalinaları koyacak başka tepsi
bulamadın mı?”
“Ya sorma Ayfer, ben de dedim nasıl almışım bu
alaturka şeyi.”
Tepsiyi boşalttım, mandalinalar tezgâhın
üstünde, başıboş kaldı. Bir süre dokunmadım. Mutfak penceresinden dışarı baktım.
Arka bahçede çocuklar oynuyordu. Kahkahaları camın buğusuna çarpıp dağılıyor,
bana ulaşmadan havada eriyordu.
“Hayır öyle değil o, önce ben atacağım taşları
sonra sen.”
“Ben hiç atmadım ki, olmaz öyle.”
Çocukların tartışmasını izlerken mutfak daha
geniş gözüktü gözüme. Sığdıramadıklarımı sığdırabilirdim. Yeni kaplar buldum,
mandalinaları yerleştirdim. Beğenmediğim tepsiyi çöpe attım. Eğilip çöp
torbasını bağlarken altından sızdığını fark ettim, çayın demini süzmeden atmış
yine Ayfer. Kaç kere söylemiştim, hatırlamıyorum. Saydırmak yerine, başımı
kaldırmadan, “Beğendiğin bir tepsi alırsın,” dedim. Sesim ne kızgın ne
yumuşaktı, sadece, yerini bilmişti. Ama Ayfer için bilmiş miydi, onu
bilmiyorum.
Çocuklar bahçede birbirine girmişti. Anneleri, gelip
onları ayırana kadar büyüdüklerini önce kendilerine, sonra birbirlerine
kanıtlamak için itişip durdular.
O sırada çayın altını kıstım, su kaynaya
kaynaya neredeyse bitmişti. Gözümün önüne annem geldi. Babamın açık bıraktığı
çaydanlığa söylenirken, mutlaka bana da dönerdi.
“Dökme Selim, her yer kırıntı oldu bak, dikkat
etsene.”
“Anne, tamam.”
“Ne zaman büyüyeceksin sen?”
Çöp torbasını değiştirdim, dökülenleri sildim.
“Sinir oluyorum bu kadınlara,” dedi Ayfer,
“çocukları rahat bırakmıyorlar. Çocuk onlar, kavga etsinler, barışsınlar. İlla
karışacaklar. Annelik böyle bir şey olmamalı.”
Ayfer’e uzun uzun anlatmak istedim onların
çocuk kalmak istemediklerini, annelik mevzusunu ise içimin en derinlerine
ittim. Sonra vazgeçtim, salona geçtim. Ayfer’in soyduğu elmadan bir ısırık
aldım, canım istemiyordu ama orada duruyordu işte elmalığıyla. Tadı bir şey hatırlatmadı.
Elmayı avucumda tutarken mutfakta bıraktığım mandalinalar geldi aklıma; kabukları soyulmamış, birbirine yaslanmış tezgâhın kıyısında...
Bahçedeki çocukların sesleri hâlâ geliyordu;
biri “Sen başladın!” diye bağırıyordu. O sesin içine annemin yıllar
önceki “Ne zaman büyüyeceksin sen?” deyişi karıştı.
Elmayı masaya bıraktım, mutfağa döndüm. Bir
mandalina aldım elime, liflerini ayıklamadan ağzıma attım. Tadı hâlâ yoktu,
ellerimi kokladım.
“Mandalinaların kabuklarını tavada yakarız,
güzel kokar. Eskiden sobanın üstüne koyardık,” dedim Ayfer’e.
Duymadı.
CONVERSATION