Elzem bir ölüm meselesi bu da.
İhmal çınlıyor ufuğunda.Kardeşini öldürüyor kâbil,
Habil desen mezarın altında.
Kabil mi?
Kabil zaten toprağın şavkında!
Hiç kimsenin bir türlü unutamadığı ve her an, her hikâyenin başına konan pencere! Beyaz demirli bir sineklik perdeliyor beton manzarayı ve kadın, oturuyor öylece. Altına tabure çekmiş; ayakları kırık ve eski bir minderle. Üstünde siyah, potlu bir hırka, bir de yamadan bozma geniş bir etekle. Bir elinde çoktan bitmiş sigaranın izmaritini tutuyor. Diğer eli kendi göğsünün üstünde etini cimciklerken, sigaranın kendinden uzun külü yere düşüyor. Yalpalanmış göğsü, hırkanın açıkta bıraktığı yerlerden lime lime seçiliyor. Kızarmış etleri, kanayan yaraları ve ince ince damlayan o kanların bulaşıklığı… Yüzüne hacet duyulmadan da görülüyor acısı. Fakat yüzü de az değil hani! Muntazam bir gülümseme var kalın üst dudağının sakladığı. Ve tersine gider gibi incecik kalmış alt dudağı, daha da içe göçüyor. Gözleri kahvenin bildiği en kahve renk; ne siyah, ne ela! Gözleri de gülüyor kadının; alttan bakanların acıyarak iç çektikleri vücuduna inat, dans eder gibi kıvrak!
Aniden bir taş vuruyor demirlere ve pencerenin perdesi bile havalanıyor açık camdan içeriye. İlhan Şeşen’i duymuyor hiç kimse fakat rüzgârı arıyor kadın. Hani o şarkıda geçen ve malumsa madem, perdeyi havalandıran rüzgârı arıyor. Perdeyi kaldırıp şahlayan rüzgâr değil oysa. Öyle ya; taştı rüzgârı doğuran da. Yaz sıcağında kalın mı kalın bir hırka giyiyorsa da kendiliğinden esmeyi akıl etmiş bir rüzgâr olamazdı zaten o an oracıkta. Sahi terliyor kadın! Hem de incecik kanı bile sımsıcak kuruyor üzerinde. Kokuyor kadın; masal kahramanlarında yahut dram filmlerinin başrollerinde duyup, göremeyeceğiniz kadar çok ve iğrenç kokuyor. Duyacak olan biri olsaydı; ter ve lağım kokuları gibi boğuk ve fevkalade buruk, ekşi bir koku duyup, kusacakları kadar çok kokuyor. Bu hâliyle kedere bile layık görülmüyor…
Bir türkü tutturuyor kulağına gelen o sesten sonra fakat inatla rüzgârı değil, bir başkasını söylüyor. Yanına bir de saz koyulsa, sabaha kadar söylese, dinlenecek türden türküleri söylüyor. Sırasıyla demliyor yeşil gözleri. Bazen hasret beliriyor şavkında bazen tepeler yahut ışıklar dökülüyor ufukta. Sızlamayan yara, gelmeyen ölüm kalmıyor. Böylece ardı arkası kesilmeden devam ediyor türküler ve o, hiç gitmediği İstanbul’a bile bir mısra olsun ağlıyor. Sahi ağlıyor; cimciklediği göğsünü,hâlâ tuttuğu izmariti bırakmadan… Yalpalayarak da olsa ayakta tuttuğu başını bir an için bile duvara yaslamadan… Ne güzel duvar, rengi küfe çalan. Ne yumuşak duvar, yatamadığı yataktan. Ama yok! Türkü söylüyor eğmeden başını. Aksa da koksa da devam ediyor. Derken son cümleyi bitirmeye zaman kalmadan, kapı vuruluyor. Turnanın alı yarıda kalsın; o, kapıya öylece ağzı açık baka kalıyor. Öyle ya kim çalıyor?
Çıplak ayaklarını bitiştirdiği karnından ayırıp, düşürdüğü küllerin üzerine koyuyor. Hâlâ yanan ve ahşabı da yakan tanelerden biri topuğuna değiyor. Nihayet hissedebildiği bir acıyla ayağını kaldırıp, sanki kurtulabilirmiş gibi az önceki duvara vuruyor. Söndürmediği izmaritin üstüne bir de darbeden kabaran damarları ekleniyor. Kapı mı? O hâlâ iştahla ve olağan ısrarıyla çalmaya devam ediyor… Sendeleyerek, iki adımlık yolu bitirmemek için neredeyse kendi kendine çelme takacakken düşünüyor. Fakat bu kez kapının ardındakinin kim olduğunu da değil, kapının neden çaldığını hatta neden hâlâ bir kapısı olduğunu: “Kim bu denli büyük bir günahın havzasında dans ederken hak eder, hatırı sorulmayı? Neden çalınır, “sevdim” dediği adamı öldüren bir kadının kapısı?” Daha fazla oyalanamayacağından zoraki de olsa nihayet kapıyı açmak için kolu çekiyor. Henüz yarıya kadar bile gelmemişken, birkaç santim açılan boşluktan, naif ve kuru bir el çıkıp, kapının demirini kavrıyor. Sonra çarçabuk kapıyı açıp, tüm bedenini davet beklemeden içeriye sokuyor. Ve böylece annesi görünüyor, yine de hatır soracak olan…
- Kapıyı duyunca hemen susuyorsun. Şuncacık yerde iki saatte mi gelinir kapıya? Anlamadım sanki. Bari direkt kovsaydın!
- Senin geldiğini bile bilmi…
- Bilmezsin tabi! Doğru düzgün bir penceren, bakmaya deliğin mi var sanki? Kocaman ev dururken geldin, buraya tıktın kendini!
- Pencerem var ya…
Diyor, küçücük demirliği göstererek. Sanki o minnacık, yamuk yumuk boşluğun içinden dünyayı görebiliyormuş gibi hayretle konuşuyor. Pervazın dibindeki tabure, biri oturmadan bile kendi kendine sallanmıyormuş gibi, tertemiz küllük dururken her yere düşmüş külleri açıklayabilirmiş gibi… Utanıyor, unutuyor.
- Çok iş! Ah canıııım… Sanki bir yer görünüyor. Dağda yaşıyor olsan ağaç, çiçek falan görürdün hiç yoktan. Ben de kızım doğayı, börtü böceği seviyor derdim. Derdim de kandırırdım kendimi az da olsa aklın var diye! Zaten olan aklını da o adama verdin!
Söylenirken bir yandan da küçücük odanın içinde bir şeyler arıyor. Oysa bulabileceği hiçbir şey yok belki de. Anneliğin her daim merhametin kanıtı olduğu ve her annenin de bunu rahatlıkla evladına belli ettiği sanılır. Oysa bu kadın, açık ve geniş bir merhametle bile kızının yaralarını saramıyor. İsterken yapamamak diye bir şey, gömleğinin işlemeli yakasından onu tutup geriye çekiyor. Üstelik dar ve uzun eteği gibi münasebetsiz bir havası var gözlerinin. Sanki kızını, adamı hatta bizzat kızının işlediği o cinayeti bile bilmiyormuş gibi… Öyle umursamaz ve her şey yolundaymış gibi konuşuyor ki… Gezindiği odanın içinde nihayet aradığını bulmuşçasına keskin bir hamleyle, kırık ve dağınık yatağın üzerinde duran fotoğrafı eline alıyor. Gözlerini kısıp bakınca, sonunda kızmak için bir neden bulmuşcasına hiddetleniyor. En azından öyle sanılıyor. Oysa ne yaparsa yapsın belli edemediği merhameti, kızını bu cinayetten aklamak için yeni bir neden arıyor. Göz kenarlarındaki kırışık çizgiler daha da belirginleşip sinirli bir eda aldığında, dudakları da beraberinde kıvrılıp, tükürüklü laflarını ağzından döküyor:
- Ne işi var hâlâ bunun burada!?
Kadın unutuyor, utanıyor. Çünkü böylesi onun için daha makbul. Başka türlü bu vicdanla nasıl yaşayacağını kestiremiyor. Öylesi olmuyor diye böylesini seçiyor.
- Onun bir suçu yoktu, biliyorsun. Onu…onu öldürdüm, biliyorsun. Hiçbir şey yapmamışım gibi davranma artık!
- Ne!? Sen mi onu öldürdün? O seni çoktan öldürmüştü be! Hatta eğer gerekeni yapmasaydın gerçekten ölecektin de! Ölecektin, anlıyor musun? Ö-le-cek-tin!
- Hayır… Gerekeni yapmadım ben! Ben, onu, öldürdüm! Öldürdüm!
- Bana bak!...
- Hayır sen bana bak! Sanki beni çok seviyormuşsun gibi beni aklamaya çalışma artık! Beni görmedin! Ben, onu öldürdüm! Sen görmedin! Bıçağı ona sapladım, tam sırtına! Elim titremedi, düşünmedim! Tıpkı bir katil gibi soğukkanlıydım! Sen görmedin işte! Ben, ben katil gibi değildim ya… Ben katildim… Hâlâ öyleyim!
Ağlıyor; derin bir uçurumun kenarından düşmüş gibi bırakıyor kendini yere. Bağırırken bir yandan da çekiştirdiği hırkası, omuzlarından aşağıya düşüyor. Açılan eteğinin altından görülen bacakları kanlar içinde! Her yanı yara bere! Olmadığı varsayılan merhamet, tekrar oyuna giriyor. Bu defa yalnızca kadın değil, anne de ağlıyor. Siyah deriden parlak çantasını kolundan ayırmadan kızının yanına, yere çöküyor. O da ağlıyor; layık olmadığı bu evlada, dünyaya layık olamayacak kadar güzel olduğunu nasıl anlatacağını bilmiyor… Yine de dokunmuyor kızına, dokunamıyor ama bacaklarına ne olmuş böyle, niye kanıyor?
- Neren kanıyor, ne…
Derken bacaklarındaki tırnak izlerine rastlıyor bakışları. Kafasını kızının ellerine çeviriyor. Elleri yine göğsünü cimcikliyor, göğsü de epey kanıyor. Ağlıyor; çaresiz kaç silüet varsa dünyada hepsinden daha çok ve gür ağlıyor. Kızının sırtını sıvazlayamıyorlar diye beceriksiz sandığı elleriyle çantasının içinde bir şeyler arıyor. Yine bir şeyler arıyor işte! Üstelik merhametsiz ve anne olarak, aklamak hatta anlatmak için yine ve yine arıyor. Önce bir parça mendil bulup, kızına uzatıyor. Kadın mendili görmüyor bile çünkü o ağlarken gözleri kör oluyor. Mendille tutup kendi silse onun bacaklarını, göğsünü… Yapamaz ki… Elleri, elleri hiçbir işe yaramıyor. Bir mendil daha bulup, parmak uçlarını kızına değdirmeden her ikisini de kızının bacaklarına örtüyor. Sonra ona bakıyor ve aynı siyah çantadan bu defa bir fotoğraf çıkarıyor. Kızı hâlâ görmese de ona uzatıp, çoktan kana bulanan mendillerin üzerine koyuyor.
- Bu fotoğrafın çekildiği günü hatırlıyor musun? Sana vurmuştum… Sen öyle sakin sakin koltukta oturmuş oyun oynuyordun. Ben babana kızdım yine, sonra geldim sanki suçlu senmişsin gibi sana vurdum. Çok ağlamıştın ama sesini bile çıkartmamıştın… Sonra ağlıyorsun diye bir daha vurmak için elimi kaldırmıştım; vazoya çarpmıştı, elim kesilmişti. Sen ne yapmıştın hatırlıyor musun? “Anne, elini kestiğim için özür dilerim.” demiştin… Keşke bana vursaydın o gün. Çünkü eğer o gün bana vursaydın; seni öldürmek isteyen bir adamı, ondan önce davranıp öldürdün diye suçlu hissetmezdin… Ben… Özür dilerim…
Bütün oda buhara karışıyor. Simsiyah bir gece gibi karanlığa duruyor etraf. O dakikadan sonra kimse ağlamıyor bir daha. Bir süre duruyorlar. Sonra sözde anne olamayan kadın, kalkıyor düştüğü kuyudan. Gözlerini siliyor ve zaten bırakmadığı çantasını düzeltip, tek kelime daha etmeden evden çıkıyor. Kadın mı? Kadının körgözleri bacaklarına gidiyor. Görmeyi mi öğreniyor, vicdanı mı temizleniyor bilinmez ama mendilleri yapıştıkları yaralardan ayırırken, düşen fotoğraflara aldırmıyor. Onlara bir daha hiç bakamayacağını sanıyor. Yalnızca mendilleri çöpe atmayı ve annesine aldırmamayı istiyor. Sonra istemeden de olsa gördüğü o fotoğraf… Sahiden de dayak yemiş bir çocuk için ne kadar mutlu görünüyor! Dahasını düşünmeye fırsat kalmadan, tok bir gıcırtı sesiyle ağır ağır açılıyor demir kapı. Sesi uzun koridor boyunca yankılanıyor. Böylece uyanıyor gördüğü rüyadan; gardiyan hiddetle bağırıyor:
- Süren doldu! Koğuşa geçiyorsun, kalk!
CONVERSATION