Ölü Erkek Kuşlar ve Uyanış Adlı Eserlerin Karşılaştırılması / Menekşe Koçak
Farklı coğrafyalar, farklı kültürler, aynı serzeniş. Tek
ortak tema ise kadın olmaları, var olmaları. İnci Aral’ın Ölü Erkek Kuşlar ve
Kate Chopin’in Uyanış adlı eserlerinde toplumdaki değer yargılarının esiri
olmuş, ataerkil toplumun kadına dayattığı ve biçtiği rollere hapsolan ve benlik
çatışmalarıyla kim oldukları sorusuna yanıt arayan, bağımsızlıklarını ve özgürlüklerini
kazanmayı, “kendi” olmayı amaçlayan iki kadının hikâyesi ruhlarının derinliklerine
inerek anlatılır.
Kadınların her coğrafyada kocasının bir eşyası, “Zarar görmüş şahsi bir malına bakar gibi
baktı karısına.”(T.A a.g.e 3) küçücük
bir hatası olduğunda toplumun utanç kaynağı, çocuğuyla yeterince
ilgilenmediğinde; "Kadınlık görevini yerine getirememişsin." diye laf söylenilen,
varlığına değil güzelliğine bakılan bir obje olarak görüldüğü zamanlar
olmuştur… Amerika’dan seslenir Chopin, "Bütün kadınların cinsel özgürlüğü ve
hayatı vardır." diyerek. Türk kadınına yansıtır Aral, "Gerçek insan erkek ve kadın
olarak ayrılmaz." diyerek.
Kadın’ın kimlik arayışı... Toplumsal normların esiri
olmuş, istenmeyen evlilikler yapmış ve artık kırılma noktalarına geldiklerinde
varlıklarını sorgulamaya başlayan iki kadın. Artık uyanmanın zamanı gelmiştir
tutsak zihinlerinden, dayatılmış rollerden,
sahte kimliklerden uyanmanın, arınmanın zamanı. Kendi arzularının peşlerinden
gidebilen bir birey olacaklardır artık.
Edna’nın
uyanışı belki de denizi ilk keşfettiğinde başlar. Suyun derinliklerinden korksa
bile onunla başa çıktığında, kendini o derinliklerin üstünde kuğu gibi
bıraktığında başlar. Sonunun ne
olacağını bilmeden sadece kendisi olmuştur çünkü orada. Korkularıyla yüzleşmiş, suyun berraklığı altında arınmış ve herkesten uzaklaşmıştır. Deniz Edna'yı bir
erkek gibi sarmalamaktadır ve Edna’nın aradığı özgürlüğü ona bir çırpıda
vermektedir.
Suna’nın
uyanışı babasının ölümüyle başlar. “Baban
öldü senin, ağlasana. Su’nun sesini ilk kez o zaman duydum işte. Ağlıyordu, içi
katılıyordu ağlamaktan ama gözlerimde yaş yoktu. Sesim yoktu" (ÖEK,55). Kendilerine
ait duyguları bile yoktu, toplum için yaşayan aciz bir ruh tanesi gibilerdi âdeta. Suna’nın bölünmesi de bundan sonra oldu. Su ve Na oldu hep, hiç tam olamadı.
Kuş motifleri iki eserde de görülür; Onur’un tablolarındaki parlak kanatlarda, Uyanış
eserinin başında yeşilli sarılı parlak papağanda. Kuşlar, özgürlüğün yanı sıra
habercilerdir de. Eserlerimizde de kadının serzenişinin habercisi olmuştur.
Uyanış eserinin başında yer alan kafesteki papağanın söyledikleri kimse
tarafından anlaşılmayan yabancı bir dile aittir. Aslında bu kadının sesinin de
her zaman yabancı olmasına bir atıftır. Papağanlar onlara söyleneni tekrar
eder, sahibi de bir kadındır. “Gidin başımdan, of aman!” anlamına gelen bu
sözcükler yine bir kadının serzenişi olmuştur, kafesteki kadının…
Renkler hayatımızın anlamıdır. Dokunabildiğimiz, görebildiğimiz,
hissedebildiğimiz her şeyin bir rengi vardır; güneşin, havanın, suyun, aşkın. Eserlerde de
bu motifler; parlak, uçuk, alev gibi diye betimlenmiştir. “… gidişiyle her şey rengini, anlamını yitirmişti sanki. Bütün varlığı
anlamsızlaşmış, rengi atmış, giymeye değmez bir giysi gibi solmuştu.” (T.A, a.g.e
75) Aşkının gidişi, renginin solması olarak nitelendirilmiştir. Yazarlar bu
ögeler ile zihnimizde bir resim çizdirmeyi amaçlamışlardır âdeta.
Sanatın narin hükmü de yatar eserlerde. Piyano
tuşlarıyla okşar bedenini kadın. "Müzik, ruhunun
karanlık yerlerini ısıtıp aydınlatan parlak bir ışık gibi tüm benliğine
işliyordu." (T.A, a.g.e 107) Müzik
kadar resim de eserlerde yerini alır. Onurun çizmekte olduğu kuş motifleriyle
ve Edna’nın portreleriyle. “Sanatçının cüret edip meydan okuyabilen
cesur bir ruhu olmalıdır.”(T.A a.g.e, 195) der Chopin. Meydan okuma uğruna
kendini feda eden Edna’ya…
Farklı
coğrafyaların ikiz ruhları, Chopin ve Aral. Her iki eserde de yazarların hayatlarından
kesitlerin aktarılmasından çok yazarların “kendileri” olmuştu. Edna ile Chopin’e
dokunuruz. Suna ile Aral’ın gözyaşlarını sileriz. Eserlerin gerçekçiliği
kuşkusuz ki bundan kaynaklıdır.
Kadın,
her iki eserde de kendi ayaklarının üstünde durabilmeyi amaçlar. Kendi
yollarına çıkmaya karar verdikleri an, kendilerine ait küçük evlerini de
kurarlar. Sahte birliktelikler yapmışlar, gerçek aşklar bulmuşsalar da sonunda
hep yalnız kalmışlardır. Kendi sonlarını da yine kendileri getirmişlerdir. Ama
bu bile değerlidir çünkü o an bile onlara aittir.
Suna’nın sözleriyle, “Ben birlikteliği iki yarımın birbirini tamamlaması olarak almıyorum,
tam tamına iki bütün bir araya geldiklerinde çoğalır o birliktelik zenginleşir.”
evliliğin birine ait olmak ve ona itaat etmek zorunda olmak gibi görülmesi son
derece yanlıştır. Evlilik, ikinin bir olması değil güçlü bir "iki" olabilmektir. Ve artık meydan okuyabiliyordu iki kadın da.
Ednanın dediği gibi, “İlk kez varlığı sonsuz hakikatin etkisine açık hâle gelmişti.” (T.A 25)
gerçek benliklerini hissetmişlerdi, ilk kez. Ahlak normlarına, Kutsal
kitaba sığmıyordu belki bu yaşamları ama onlara aitti doğrusu da yanlışı da.
Emerson’un transandatalizm felsefesiyle kendilerine döndüler.
Madem ki kadınız, o zaman özgürlüğümüzün bedenimize,
tercihlerimize, hayatımızdaki kişilere, sahip olduğumuz hiçbir sıfata bağlı
olmasına izin vermeyelim. Özgürlüğümüz,
kalbimizde çünkü. Her gün bir nedenle karnımızda uçuşan kelebeklerde.
Kendimizle savaşmayı bıraktığımız, kusurlarımızla, güzelliklerimizle kendimize
sahip çıktığımız sarılmaktan hiç vazgeçmediğimiz o kız çocuğunda saklı kanatlarımız,
uçmaktan korkmayalım…