İbra (I.Bölüm) / Burak Çakır
Yağan yağmura inat ilerliyordu Kızılay’ın göbeğinde. Bu
yağmur onu ıslatmaktan ziyade ruhunu yıkıyor gibiydi. Buğulanmış gözlüğünü
çıkararak etrafa bakındı bir süre; yağmurdan kaçarak kafelere, metroya, iş
hanlarına kaçışan insanlar, yayaları hiçe sayan araç sahipleri, malının derdine
düşmüş civar esnafı ve grilere bürünmüş Ankara! Sevmiyordu bu şehri,
sevemiyordu işte! O bir İstanbul aşığıydı ve şehir boğuyordu onu. “Kafese
kapatılmış bir serçe gibiyim!” bazıları, özellikle Ankaralılar Ankara’nın sözde
güzelliklerinden bahseder hemen ardın da eklerlerdi; “Madem sevmiyorsun ne
arıyorsun bu şehirde?” İşte tam da bu noktada kanı çekiliyor, sözcükler
boğazında düğümleniyor ve susuyordu, sadece sükût! Evet, gitmek istiyordu hatta
koşarak uzaklaşmak, tekrar dönmemek üzere gitmek istiyordu ama gidemiyordu. Bu
şehir onun kaderiydi, yazgısıydı ya da o öyle sanıyordu…
Ani bir fren sesiyle kendine geldi, hangi ara yolun ortasına kadar gelmişti? Düşüncelerini ötelerken adımlarını hızlandırarak karşı kaldırıma geçti, tabii şoförlerin hakaretleri eşliğinde! Kaldırıma geçer geçmez derin bir nefes aldı, gözlüğünü takıp kısaca etrafa bakındı. Sokakta başıboş gezmektense bir yerlerde oturmanın daha mantıklı olacağını düşünerek gördüğü ilk kafeye girdi. Garsonun şaşkın bakışlarına aldırmadan gidip bir masaya oturdu. Paçalarından akan su ardında bir iz bırakmış oturduğu yerde şimdiden küçük bir gölet oluşmuştu, aldırmadı paltosunu çıkarıp yanındaki sandalyeye bıraktı. Üzerindeki şoku atlatan garson bir elinde menü diğer elinde kâğıt ve kalemiyle belirdi;
-Hoş geldiniz, ne alırdınız?
Menüyü elinin tersiyle iterek;
-Fark
etmez.
Dedi kısık bir sesle.
-Anlamadım?
Yüzünü kaldırmadan daha sert ve
vurgulayarak konuştu bu kez;
-Sıcak bir şeyler olsun da fark etmez!
Yüzüne dahi
bakmadığı garson kız masadan ayrılınca kabalık ettiğini düşündü ancak vicdan
azabı yaşayamadan yarım bıraktığı fikirleri kapladı aklını. Bu şehirden
bahsediyordu, neden bu şehirde olduğunu hatırlatıyordu kendine. Unutmamak için,
vazgeçmemek için ve en önemlisi hatırlamak için. Birlikte geçirdikleri o eşsiz
saatleri, kurdukları hayalleri ve birbirlerine verdikleri vaatleri unutmamak
için tekrarlıyordu! Çünkü bu maziydi onu ayakta tutan, bu vaatlerdi tek umudu
ve bu şehirde olmasının nedeni yine bu hatıralardı. Bu şehir kavuşmaları için tek
yoldu, tek çare! Her mevsim grinin hüküm sürdüğü bu şehir, hayatın tüm
renklerini tattırmış sonra da hiçbir şey olmamış gibi susmuş, yeniden griye
bürünmüştü. Yağan yağmur gönlündeki hüznü artırıverdi, birden daha da yalnız
hissetti kendini. Kafedeki genç çiftlere imrenen gözlerle baktı, kıskandı
birlikteliklerini, aşklarını… Garsonun geldiğini görünce önüne dönerek
beklemeye başladı ve kendince karar verdi özür dileyecekti, garson kız fazla
bekletmeden yanaştı masaya, öncelikle kolunda ki havluyu uzattı Mert’e;
-Buyurun efendim.
İki kat utandı Mert uzanan havluyu uzanırken garson kızın
yüzüne dahi bakamıyordu, sadece kuru, cılız bir “Teşekkür” koptu dudaklarından.
Dudağındaki tebessümle birlikte nane-limonu masaya bırakan kız usulca ayrıldı
masadan, bir kenara çekilip Mert’i izlemeye koyuldu. Mert'in aldığı havlu
sıcacıktı ve parfüm kokuyordu, kadın parfümü! Bir taraftan kurulanıyor bir
taraftan da parfümü doyasıya kokluyordu. Sonra durdu birden “Ne yapıyorum ben?”
diye geçirdi içinden, havluyu vermek için garsonu çağıracakken göz göze geldiler. Boş
gözlerle birbirine bakarken hissettikleri bu buhran da neyin nesiydi? Yoksa,
yoksa etkileniyor muydu?! “Asla!” diye bir ses yükseldi kalbinden, ruhunun boş
hanelerinde yankılandı. Bakışlarını geri çevirdi Mert, ani bir hamleyle ayağa
kalktı. Cebinden ıslanmış birkaç lira bıraktı masaya ve hışımla ayrıldı
kafeden, kendini sağanak yağmurun kollarına bıraktı yeniden. Paltosunun dahi
yokluğunu hissetmeden koşar adımlarla geçti sokakları. Bünyesindeki tüm kuvveti
toplayarak ilerliyordu, bir taraftan yürüyor diğer yandan da hayıflanıyordu;
-Etkilenmek mi, o da ne?! Onca yıllık aşka karşın ilk defa gördüğün birini tercih etmek de neyin nesi? Ama bir dakika, bir tercih yok ki ortada, belki biraz hoşlanmak? İyi de bu, “hoşlanmak” bu kadarla sınırlı kalır mı? Tabii ki hayır! Ani bir baş ağrısı saplanıverdi hemen ardından baş dönmesi eşlik etti bu ağrıya, sendelemeye başladı. Yavaşlayarak duvar dibine doğru ilerlemeye çalıştı, dengesini yitirmiş, bir sarhoş gibi kavuştu aradığı duvara. Duvara sırtını verse de yığılmasına mani olamadı, şimdi Kızılay’ın tüm sesleri uğultu gibi geliyordu, tek duyduğu ses onun sesiydi! Kafasını kaldırıp sesin sahibini aradı bir süre ancak gözleri kararıyor, göz kapakları kapanıyor gibiydi. Nihayet gözleri kapanınca sesin sahibi belirdi karşısında, oydu işte; sevdiceği, ebediyeti, nuru!
Yutkundu, boğazı yansa da konuşmaya zorladı kendini, konuştuğunu sanıyordu ama feryat ediyordu;
-Melek?!
Ankara bu sessiz, acı
feryadı da yuttu ve bir gri halka daha kattı bünyesine…
Devam edecek…