İhsan / Burak Çakır



Betonun üzerinde sere serpe yatıyorum. Yer soğuk ama yataktan rahat olduğu kesin. Üstelik bel ağrılarıma da iyi geliyor. Dönüyorum yüzükoyun, yumuyorum gözlerimi. Nefesimi tutuyor, burnumu bu lağım kokusuna büsbütün tıkıyorum. Böylelikle tüm gücümü duymaya harcayabilirim.

İlkin garip bir uğultu çarpıyor kulaklarıma. Sonra uzaklardan bir vapur düdüğü işitiyor, neşeleniyorum. Çocukluğum geliyor aklıma, annemle Üsküdar’a gidişlerimiz, Cuma pazarı, atlıkarınca... Belki diyorum o vapurda da atlıkarıncaları seven küçük bir çocuk vardır, bacaklarını banktan sarkıtarak köpükleri izliyordur. Uzun sarı saçları rüzgârda bayrak gibi dalgalanıyordur. İsmi nedir? Rıdvan mıdır, Suphi mi? Belki de İhsandır, belli mi olur? Olmaz. Yanında muhakkak annesi veya babası vardır. Babası gazetede spor haberlerine bakıyordur yahut yanındaki ihtiyarla siyasetten, memleket meselelerinden, yılbaşında gelecek zamdan söz ediyorlardır. Çaycı çocuk, tiryakilere karbonatlı çay dağıtıyordur, çiftler iskelede el ele tutuşup manzaranın keyfini sürüyordur. Martılar ve belki birkaç yunus eşlik ediyordur vapura. Gerçi bu mevsimde geçmezler buralardan ama geçseler güzel olur, sevinir çocuk. Şaşkınlığı geçince babasının paltosunu çekiştirir, aldırmaz babası. Kaptan motorları durdurur, yeniden asılır vapur düdüğüne…

Ürpertiyle doğruluyorum yerimden. Beton soğuk, hakikaten soğuk. İçimde, ciğerimde duyduğum hüzünle geçiyorum yatağa. Gözlerimi kapatıp yeniden işitmek istiyorum o vapur düdüğünü. Nefesimi de tutuyorum ama olmuyor, duyamıyorum. O vapur, çocukla beraber akıntıya kapılıp gidiyor sanki. Hüznüm hırs oluyor, kalkıyorum. On metrekareden ibaret odamda daireler çizip duruyorum. Önce saat yönüne beş adım, sonra tersine doğru dört buçuk adım. Niye eşit değil bu adımlar? Tekrar deniyorum. Önce soldan sağa beş adım, sonra sağdan sola dört buçuk adım. Delireceğim, neden eşit değil bu adımlar, niye? Deniyorum. Tekrar deniyorum ve tekrar, bir adımım sürekli yarım kalıyor. Eksik. Bir daha deniyorum, bir daha, sonra bir daha… Başım benden süratli dönmeye başlayınca duruyorum. Yığılıyorum yatağa. Yoruldum. Doğru ama sinirim hafifledi hiç yoktan. Ter içindeyim, soluk soluğa nefes alıyorum. Doğru. Aldığım her nefes midemi bulandırıyor, doğru ama engel olamıyorum. Göğsüm, inip inip kalkıyor ve gardiyan… Alacaklı gibi.

“Ne bağırıyorsun içeride!”

Mazgal açılıyor, sürülüyor yemeğim. Yataktan atladığım gibi varıyorum kapıya, eğilip yemeğin sürüldüğü o küçük delikten bakıyor ve birkaç saniyeliğine gardiyanın siyah kunduralarını, koridorun gri duvarlarını görebiliyorum. Kapanınca mazgal, dönüyorum karanlığa. Uzanıp alıyorum tepsiyi, eski bir dostu görmüş gibi sarılıp kokluyorum. Yemekte barbunya var! Ne sinir kaldı şimdi ne de hüzün, çünkü barbunya var. Aptal bir tebessüm, istemsiz kaplıyor tüm yüzümü. Yemekte barbunya var ve ben severim barbunyayı, hem de nasıl.

Neredeyse burnumu sokarak kokluyorum. Odaya sinen bu azaptan, buradan biraz olsun uzaklaştırıyor beni. Bir nebze huzur veriyor, annemi hatırlatıyor. Evde peşi sıra dolaşmalarımı, yalnız misafirliğe gittiğinde giydiği o tüylü terliklerini, gülerken kızaran kemikli yüzünü bir bir hatırlıyorum. Doğruluyorum. Tabaktan karanlığa, karanlıktan ağızıma uzanan bir kaşık barbunya... Ekşi, epey ekşi. Böylesini severim ya ben, keşke biraz daha pişseymiş. Annem öyle yapar-dı. Ocak başında, elinde tahta kaşıkla çorba karıştırırken hayal ediyorum onu. Ayran çorbası yapıyor. Usanmışım çorbadan, yemek istiyorum. Hiç değilse başka bir çorba, çorbanın yanına salata, sonra barbunya.

Ama dün değil bugün, artık değil. Ağzımdan karanlığa, karanlıktan tabağa dönüyor kaşık. Emine teyze vardı mahallede, bir de oğlu vardı. Neydi adı? Esmer, sıska bir çocuktu da terliklerini ters giyerdi hani. Neydi adı? Derince nefes ve ciğerlerimde azap. O da severdi barbunyayı. İhsan? Yok, o benim adım. Bir nefes daha ve bulantı, midemden boğazıma. İtiyorum yemeği, kalkıyorum. Kalkınca bulantım geçiyor gibi. Geçiyor mu? Gibi. Sanki ne kadar yukarı çıksam koku o kadar azalacak. Yatağa çıksam? Çıkıyorum. Tavan alçak. Yatağın üstünde iki büklüm duruyorum. Koku uzak artık. Güzel. Bulantım da azalmış gibi. Azalmış mı? Gibi. İyisi burada kalmak. Biraz kambur bırakıyor insanı ya yukardayım hiç yoktan. Hem ilk kez böyle görüyorum odamı, yukarıdan.

“Odamı?”

O aptal tebessüm yeniden yayılıyor suratıma. Doğru, burası benim. Odam. Benim odam. Odam var benim. Gülüyorum, çünkü benim odam var! Burası benim odam; bu yatak benim, bu kapı, duvarlar. Hepsi benim. Hepsi? Hepsi. Nedir hepsi? Saymak gerek. Saymak ve temizlemek. Doğru.

* * *

Bittim ama arsız, hâlâ sırıtıyor olduğu yerden. Uzanıyorum sere serpe. Kollarımda tatlı bir sızı, gözlerim tuvaletteki lekede. Çıkmıyor namussuz. Haftalık peçete istihkakımı da yedi üstelik. Doymuyor. İstihkak? Bitti. Konuya dâhil oluveriyor açlığım. Temizlik telaşında yiyemeden verdim güzelim barbunyayı. Barbunya? Anneminki değildi ya iyiydi yine. Bir daha ne zaman çıkar? Gözlerimi lekeden alıp tavana dikiyorum. Başka bir şey bulmalı bu mendeburdan kurtulmak için. Bir fırça mesela, biraz kaynar su… Kapıya dönüyorum, koridor sessiz. Gardiyan odasındadır. Çağırsam duymaz şimdi, duysa da dinlemez. Gelmez. Şu son olaydan sonra hepten kesti muhabbeti.

“Adı neydi onun?”

Dişlerimi sıkıp susuyorum. Ölünün ardından konuşulmazmış, öyle derdi annem. Ben de dişlerimi sıkıp susuyorum. İhsan? Yok. İki hafta önceydi, galiba. Öyle miydi? Yok. Kaç kez geldi yemek? İki. Ispanak verdiler, üç. O gün tavuk çıkmıştı, leş gibiydi tavuk. Dört. Başka? Başka var mı? Yok. Hepi topu dört gün mü? Sıkıntıyla doğruluyorum. Neydi adı? Hani fazladan kaşık istemişti, tuvalete düşmüş kendininki. Söylene söylene verdi cılız sesli gardiyan. Ne diye seslendi ona? Kaşığı çengel yapmış da asmış kendini yorganın astarıyla.

“Fikri! Doyamadın mı daha!”

Yok. Fikri değil. Daha şey bir şeydi, başka bir şey. Gardiyan, müdürü çağırmıştı sonra. Girip görmüşlerdi de sövüp saymışlardı “Başımıza iş aldık.” diye.

“Neydi onun adı?”

Dişlerimi sıkıp susuyorum. Nereden geldik bu herifin adına? Göz ucuyla bakıyorum yeniden tuvalet deliğine. Arsız arsız sırıtmayı sürdürüyor. Vermez tabii gardiyan fırça falan, herifin daha kırkı çıkmamış.

“Hadi kendini asacaksın, gardiyanı niye alet ediyorsun be adam. Yediğin kaşıkla assana kendini!”

Susuyorum. Ölünün ardından konuşulmaz diye; dişlerimi sıkıyor, susuyorum. Susuyorum. Hışımla kalkıyor, önce yorgana saldırıyorum. Susuyorum, susuyorum. Astarından kayda değer bir parça koparınca girişiyorum tuvalet taşındaki arsız lekeye. Hayatımdan kazımak niyetiyle, bastırdıkça bastırıyorum. Susuyorum.

* * *

Salondayım. Zır...  Yün yorganının ezici, güven veren sıcaklığı altında uzanmış yatıyorum. Zırr... Uyanmayı deniyor, başaramıyorum. Zırrr... Soba da kabullenmiş soğuğu, köşesine çekilmiş bekliyor. Zil küfür kıyamet, susmak bilmiyor. Zırrr... Zırrr... Zırrr...  

Kalkmam lazım, evet ama kalkamıyorum. Bağrışlar duyuyorum uzaktan. Birbirine karışıyor siren ve anons sesleri. Niye bunca öfke, neye? Bilmek istemiyorum, uyumak istiyorum. Öyle yorgunum ki… Bir ara duruluyor gibi ortalık, dalıyorum. Sonra büyük bir hengâme, yakama yapışan bir çift el. Uyanıyorum. Kirpiklerimin en dibinde duyduğum kuvvetli bir sancı. Ellerim yetişmiyor gözlerime. Ellerim nerede?

“Uyandınız demek.”

Uyandım demek.

“Ellerim?”

“Kelepçeli maalesef, prosedür gereği. Zorlamazsanız iyi olur, kolunuzdaki serum zarar görmesin.”

Serum? Ellerim. Neredeyim? Işık. Kör edecek beni, kapatmalı. Ellerim? Ellerim mi kelepçeli? Çağırsam da gelmiyor. Neden? Yüzümü kapatmak istiyor, başaramıyorum. Tutuyorlar ellerimi, ulaşamıyorum.

“Doğru dur, doğru! Elini keseceksin aptal herif.”

* * *

Salondayım.  Üstümde huzur veren bir ağırlık, altımda kuru sedir, tilki uykusundayım. İzah edemediğim bir sıkıntı var içimde, uyanmalıyım. Uyanamıyorum. Köşedeki soba soğuğa teslim, harlanmayı bekliyor. Kulak tırmalayan bir ses, küfreder gibi ve susmak bilmiyor. Kalkmam lazım, biliyorum. Kalkamıyorum. Anlaşılması güç bağrışlar geliyor kapıdan. Birbirine karışıyor siren ve anons sesleri. Ne istiyorlar acaba? Bilmek istemiyorum, uyumak istiyorum. Öyle yorgunum ki… Biri çıkıyor yan odadan, geçiyor yanımdan tedirgin, telaşlı.

“Geldim, geldim!”

Kapıya varınca duraksıyor, durdukça sürdürüyor sövgüsünü zil.

“Bahtiyar, hayırdır?”

“Nerede o it?”

“Kim?”

Tam zil kesmişken sesini, adam başlıyor.

“Kaç tane it var bu evde Süheyla!”

Yaklaştığını hissediyorum, sedirin titrediğini. Buraya geliyor, bana. Uyanmalıyım ya yapamıyorum. Öyle yorgunum ki. Yakama yapışıyor bir çift el, zorla çekip çıkarıyor beni yatağımdan. Sarıveriyor her yanımı soğuk, ürpererek uyanıyorum. Gözümü açmamla yummam bir oluyor, gözümde dayanılmaz bir sancı. Derken bir sancı daha… İki, üç…

“Bela mısın ulan sen! Sınav mısın bana…”

“Bahtiyar, kurban olayım yeter.”

“Sen karışma Süheyla, bu it iyilikten anlamıyor!”

Dört… Sayılar arttıkça sancılar azalıyor, yerini tatlı bir sızıya bırakıyor, keyifleniyor insan. Beş, altı… Bozuk bu tartı. Yedi, sekiz… Kereviz yemeyiz. Dokuz, on… Kırmızı don. Soluğu kesilene dek devam. On yedi, on sekiz… Bize de bekleriz. Dermanı bitince düşüyor yakamdan; o bir yana yığılıyor, ben diğer yana. Kadın yarı bağlı tülbendinin ucuyla siliyor gözyaşlarını.

“Süheyla…” diyor nefes nefese. “Su ver şuradan.”

Süheyla, ben de nasıl susadım bilsen. Bir bardak da bana versen? Bir bardak? Adama uzanıyor allı güllü bardak. Ya ben? “Süheyla” diyeceğim, diyemiyorum. Dilim şişmiş, dönmüyor.

“Kapıda polis. Çağır alsın götürsün şunu, gözüm görmesin daha fazla.”

Ayaklarını sürüye sürüye varıyor kapıya Süheyla, aralanan kapıdan iki adam giriyor içeri. Bodurca olan duraksıyor; irikıyım aldırmıyor, sıyrılıp geliyor yanıma. Benimse aklım allı güllü bardakta, bardaktaki suda. Bir yudum olsun içseydim keşke. Bir yudum. Eli bileğime gidiyor irikıyımın, vazgeçip sırtlıyor sonra. İlkin o zaman duyuyorum omurlarımda sızıyı. Sızı da fena ya, susuzluk… Güllü bardaktaki su, içseydim seni. Üniformalılardan bodurca önde, irikıyımla ben arkada. Odadan çıkarken bir gayret sesleniyorum Süheyla’ya. “Su…” diyorum duymuyor. Dilim her geçen saniye ağzımda büyüyor sanki, sanki söz ağzımdan büyükmüş gibi. “Su.” diye yeniliyorum.

“Su!”

“Sus be Allah’ın cezası, geldiğinden beri…”

Susuyorum. Sancım mı var? Ellerim önce yüzümü, sonra kaburgalarımı yokluyor… Ellerim. Ellerimi tutan yok artık. Süheyla? O da yok. Neredeyim? Karanlık. Bardak da yoktur şimdi, allı güllü bardak. Yok. Homurtular geliyor ileriden. Nereden geliyor? Karanlık. Bekliyorum, bekledikçe alışıyor gözlerim, alışıyorum. İnsan neye alışmıyor ki? Seçebiliyorum şimdi siluetleri, ranzaları, taş duvarları. Koğuştayım, onlarca adamla koyun koyuna. Sevmiyorum bunu; kalabalığı, karanlığı. Az ileride bir kızıllık var. Düzensiz, belirip kayboluyor. Belirip belirip kayboluyor, uzun bir ara ve yeniden beliriveriyor. Kayboluyor. Ne zamandır sigara içmiyorum? Çok oldu. Karşımdaki ranzanın üst kat sakini deli yatıyor anlaşılan, düştü düşecek. Düşer diye bekliyorum, düşmüyor. Sıkıldım. Doğruluyorum, başım değiyor üst ranzaya. Yorgan da yok. Olsun, yatak rahat baya. Uzanıyorum, önce sağa dönüyorum, sonra sola. Yattım sağıma, döndüm soluma; yattım Allah, kaldır sabah.

Kalkıyorum, salıyorum bacaklarımı yataktan aşağı. Parmak uçlarım temas edince zemine, tatlı bir serinlik yayılıyor vücuduma. Annem görse kızardı. Hepten ayaklanıyorum. İleride aydınlık bir kapı var, yürüyorum kapıya. Ranzalara tutuna tutuna ilerliyorum, yedi ranza sonra nihayet kavuşuyorum aydınlığa. Işık gibi ışık, yakmıyor kirpiklerimi. Ama bu koku? Fena. Odama dönmek istiyorum. Odam küçük, karanlık. Yatağım buradaki gibi değil, rahat değil ama benim en azından. Karışı karışına benim. Odamın zemini dökme beton, burası fayans. Hani şu eski, küçük küçük olanlardan. Bir zamanlar beyazmış, griye çalıyor şimdi. Sağda sıra sıra kabinler, solda lavabo ve aynalar. Aynalar puslu, musluklar paslı. Tam kapanmıyor da, belli. Hele şu hepsinin ağabeyi, atası; dördüncü sıradaki. En son ne zaman gördüm bu musluklardan? Çocukken? Doğru. Bizim caminin şadırvanında vardı bunlardan. Bizimkiler Kur’an kursuna yollarlardı her yaz, su savaşı yapardık şadırvanda. Elif, be, te, se, cim… Gülsüm vardı bir de. Canım Gülsüm. Güzel seslim, güzel gözlüm.

Kızlar caminin üst katında olurdu, hocanın karısı ders verirdi onlara. Nefret ederdim, ne zaman Gülsüm’le görse beni kıvırırdı kulağımı. Ne kadar gizlensek de bulurdu. Rıdvan değilse Arif, biri kesin ispiyonlardı yerimizi. Kıskanç köpekler. Ders arasında hocayla karısı camide olmazdı, biz de fırsattan istifade sataşırdık kızlara. Karısı üst kata giden kapıyı kilitlediğinden çıkamazdık yukarı; tespih, takke, bazen ayakkabı, elimize ne geçerse atardık da bazı bazı çekerdik dikkatlerini. Üst katın perdesini aşar da içeri düşürürsek attıklarımızı, başarılı sayardık kendimizi. Kızlar bizim kadar uğraşmazdı; tülbentlerini sarkıtır, yakalamamızı beklerdi. İlk o yaz gördüm Gülsüm’ü, geçen yaz yoktu. Olsa bilirdim. Var mıydı? Yoktu. Yoktu, yoktu. Olsa bilirdim. Kaç yaşındaydık ilk tanıştığımızda? Dokuz? Yok, üçe geçmemiştim henüz. Sekiz? Sekiz. O? On? Doğru, on.

Esmer yüzlü, çirkince suratlı bir herif eli göbeğinde esneye esneye geçti yanımdan. Baştan ayağa süze süze girdi tuvalet kabinine. Bir, iki. İkinci kabinde. Neden? Fermuar sesi geldi ilkin, sonra şırıltı. Ayakta işiyor, prostat olacak kesin. İstemsiz bir sancı kasıklarımda, zor iş prostat. Dedem çekti yıllarca, oradan biliyorum. Yine fermuar sesi ama su sesi yok. Pis herif. Gıcırdayarak aralandı iki numaralı kabinin kapısı. Gerçi camdan bu yana sayınca dörde tekabül ediyor ama “Sağdan başlamak sünnet.” derdi annem. Gözlerinde aynı ifade, kabinin karşısındaki musluğa doğru ağır ağır ilerliyor. Gitme. Boş ver. Eski zaten. Gitmesin, boş versin. Şadırvanın musluğu o. Kurs çıkışı ağzımızı dayayıp su içerdik, iyi gelirdi yaz güneşinde. Ben Gülsüm’ün ardında sıra beklerdim hep, o içip savınca sırasını hemen dayardım ağzımı.

“Hayırdır kardeş?”

Gözünü devirip dönüyor önüne. Eli sabunluğa gidiyor önce, avucunun iç kısmıyla iyice ittiriyor. Bir, iki, üç. Musluğa uzanıyor sonra.

“Dokunma.”

Anlamıyor, aptal herif. Gözü gözümde, usulca çeviriyor vanayı. Çeviriyor ve ayaklarımda o tatlı serinlik yok artık, ayaklarım havada. Bulduruyorum aradığı anlamı, sağ gözünün tam ortasına. Sağdan başlamak sünnet, derdi annem. Bir tane daha. Üç, dört… Üstünü ört. Beş, altı… Bozuk bu tartı. Yedi, sekiz…

* * *

Müdür.

Kerem Arslantürk.

Neden fark etmedim daha önce? Etmeliydim. Benim de fiyakalı bir soyadım var. Elbet. Ne? Bilmiyorum. Ellerimde kelepçe, yine. Niye? Koltuk kadar rahatsız etmiyor gerçi ama sevmiyorum işte. Koltuk da deri ama gerçek değil sanırım, terletiyor. Peçete falan olsa? Yok. Kalem var, kalemler. Dolma, kurşun, tükenmez… Çeşit çeşit kalem. Ataç kutusu. Masa lambası. Ve şu ofis zamazingosundan. Birini çekip bırakınca sonsuza dek gidip gelip birbirlerine çarpıyormuş, öyle diyorlar. Gidip gelip. Koltuktan doğrulup uzanıyorum zamazingoya, bir kol tutup çekiyor gerisin geri. Yeniden saplanıyorum koltuğun kavurucu sıcağına. Deri ama çakma. Orijinal deri terletmez çünkü, öyle diyorlar.

Kapı açılıyor, usanmış bir yüz giriyor içeri. Bilirim bu ifadeyi, mesai bitimini bekliyorum yüzü bu. Saat kaç? Dört çeyrek. Kaç dakikadır buradayım? Yirmi üç. Yirmi üç? Doğru. Topuklarını zemine vura vura geçiyor makamına, ne gereksiz şey şu kundura. Oturunca önüne çekiyor dosyamı, bakınıyor da bakınıyor. Fark etti mi?

“Derdin ne oğlum senin?”

Benim mi? Derdim mi var benim? Yok. Ben değilimdir o zaman.

“Kime diyorum, şşş.”

Kime?

“Bana mı?”

“Yok, babana.”

Babam? Babam.

“Hasta mısın oğlum sen?”

“Yok.”

Olabilirim ama. Canıma okudu şu koltuk, ter içindeyim. Rüzgâr desen fena. Pencereyi kapatsak? O zaman daha çok terlerim. Şu rüzgâr baştan esseydi terlemezdim bu kadar veya peçete olsa… Şans yok işte şans. Çıkarıyor gözlüklerini, ovuyor şakaklarını.

 “Evladım bak. Reşit olmana bir şey kalmamış. Mahkemen de yaklaşıyor. Ama sen, hâlâ vukuat peşindesin.”

Dosyayı kapatıp ittiriyor masanın köşesine, biraz daha gitse düşecek. Düşmüyor.

“Dinliyor musun sen beni? Şşş! Yaşın diyorum, doluyor diyorum. Islah evinden alacaklar bugün/yarın. Kime diyorum?”

Koğuştaki herif de düşmedi zaten, herkes cambaz oldu.

“Hey yavrum hey! Biz de adam yerine koyup laf anlatıyoruz bunlara. Fikri, at sen bunu çıktığı deliğe aklını başına toplasın biraz. Ben diyene kadar da çıkarmayın.”

Omzumda aynı el, tutup kaldırıyor. Ben önde, o arkada çıkıyoruz odadan. Kapının kaplaması da deri.  Çakma ama, şöyle bir yaslanayım desen yaslanılmaz, terletir. Yaslanmıyor, yürüyoruz koridor boyunca. Tam yirmi iki adım koridor, sonra sol. On iki adım sonra sağ. Fikri mi dedi müdür? Asmadı mı kendini Fikri? Astı. Asmasa hatırlardım. Yeniden sağ. İşte benim odam, az ileride. H 17.

“Yavaş.”

Yok. Yolumuz var daha. Benim odam ileride, az ileride. 17. Bilmiyor mu, aldırmıyor mu? Anahtarları takıp çeviriyor kilidi.

“Burası değil.”

Açıyor kapıyı.

“Burası değil, olmaz burası.”

Kolumdan tutup savuruyor içeri. Takılıp ranzanın ayağına, düşüyorum yüzükoyun. Doğrulma gayretindeyken henüz, üzerime kapanıyor demir kapı. Karanlık, yeniden. Benim karanlığım değil ama bu. Bu yatak, bu duvarlar benim değil. Bu koku benim değil, burası değil.

* * *

Hücrenin bir köşesine sinmişim, öylece oturuyorum. Geleli birkaç saat geçmiş midir? Burada beni huzursuz eden bir şey var ama ne? Bilmiyorum. Tuvaleti temizce, hücre simetrik. Kırk kere adımladım, tamı tamına. Önce soldan sağa, sonra sağdan sola; tam beş adım. Belki kelepçedendir, çözmedi ellerimi cılız sesli gardiyan. Neden? Ders olsun diye mi? Müdür tembih etmiştir kesin. Beton zemine basıp doğruluyorum. Bir, iki… İki buçuk. Duruyorum.  Tavanı mı alçak buranın? Bildiğin basık. Kümes gibi. Çöküyorum. Tavukların da dünyası bu demek. Parmak uçlarımda küçük küçük adımlıyorum hücreyi, kafam aksak bir ritimde ileri geri gidip geliyor. Gidip gidip geliyor. Bak! Bak bak bak…

Dur. Tavuk gibi oldu bu. Ben olsam olsam horoz olurdum. Böyle kızıl kara tüylü, irice bir horoz. Bir zıplayışta çıkıyorum yatağın üstüne. Yok yok, fiyakalı horoz olurdu benden. Çıkardım böyle kümesin damına, gererdim kanatlarımı… Gerçi ellerim bağlıyken tam olmuyor şimdi ama… Öterdim sabaha kadar:

“Ü ürü üüü… Ü ürü üüü…”

Kapımda kıyamet gibi bir gürültü, irkilip pusuyorum köşeme.

“Horoz mu oldun lan şimdi. Müdür duymasın ha, iki horoza yetmez bizim çöplük...”

İştahlı bir kahkaha ve aralanan mazgal.

“Uslu duramamışsın yine… Getir de çıkaralım şu bilezikleri.”

İnsafa gelmiş. Köşemden ayrılıp bir çırpıda varıyorum kapıya. Diz çöküp uzatıyorum kanatlarımı. Şu kelepçeler çıksın da âlem horoz görsün horoz. Önce sol, sonra sağ. Çıkar çıkmaz çekiyorum geri. Köşeme döneceğim ama mazgal kapanmıyor. Neyi bekliyor? Duruyorum, bolca metal sesi duyuyorum.

“Buyurun horoz beyim.”

Yemek. Karnımda aniden beliren kasılma, açım. Ne zaman yemek yedim en son? Barbunya… Barbunya yemiştim odamda, ekşiydi baya ya öylesini severim ben. Az daha pişmiş olsa… Mazgal kapanıyor, uzaklaşıyor sesler. Ya bugün de barbunya varsa? Olur mu olur. Bakıyorum, olmamış. Tavuk var. Barbunya? Yok. Şans yok işte şans. İyice eğilip kokluyorum, güzel kokuyor namussuz. Dayanamayıp geçiriyorum dişlerimi. Çüş! Cidden güzel, kesin değişmiş aşçı. Bir ısırık daha, sonra bir daha. Barbunyayı da güzel yapar bu. İsterse yapmasın be! Allah’ına kurban böyle tavuğun.

* * *

Havalar ısınıyor, nefes almak zorlaşıyor gittikçe. Yetmez gibi bu boyunbağı, bu koku. Tahammül sınırlarımda dolaşıyorum son birkaç gündür. Beraberinde böcekler, irili ufaklı bir ton böcek. İsmini, cismini bilmediğim çeşit çeşit böcek. Çeşit çeşit. İstila ettiler tüm hücreleri. Ben şikâyetçi değildim gerçi ama ilaçlattı müdür, kaldı kokusu. Ne zaman oldu bu?  Üçüncü kez tavuk verdiler dün yemekte. Demek üç haftadan fazla olmuş. Her hafta tavuk çıkarıyorlar artık, güzel de. Pişiyorum. Gömlek üstüne kravat, üstüne ceket…

Tüm hücreleri ilaçladılar da sıra benimkine geldiğinde çıkarttılar, koğuşa koydular. Sol elimden ranzaya bağladı gardiyan. Tam bir saat otuz dokuz dakika süzüştük durduk koğuşla, koğuştaki suratlarla. İnsan garip şey doğrusu. En garipleri de şu karşımdaki. Kafasında miğfer, üstünde çelik yelekle nasıl dayanıyor bu herif, bu sıcağa? Bilmiyorum. Sıkı sıkıya tutuyor tüfeğini. Askerlik de garip şey. Yapmadım ben daha ama öyle diyorlar.

Aracın camı var aslında ama hava değil, güneş alsın diye yapılmış. Klima yok, su hiç yok. Işık askerin ayaklarından süzülüp varıyor tüfeğe, araba manevra yaptıkça uzayıp kısalıyor gölgesi; gez, göz arpacık. Dönemeçlerde yatıp yatıp kalkıyor asker, askerle beraber gölgeler. Yatıp yatıp kalkıyor, yatıp yatıp. Bir sağa, bir sola. Tekrar sağ ve şimdi… Yine sağ. Ne çok sağ. Ben olsam sola da dönerdim arada, keyfime göre. Ve nihayet sol. Güneş belli ki sıkılmış rutininden, baştan aşağı süzüyor beni. Tam kaçıp kurtulacakken yavaşlıyor araba ve işte, duruyor. Ellerimde kalıyor ışık huzmesi, parlıyor kelepçelerim. Çekiyorum. Gürültüyle açılıyor aracın kapısı. İki asker bekliyor kapıda, jandarma. Onların da kafalarında miğfer, çelik yelekliler. Garip şey, pişmiyorlar mı güneşin alnında? Susamıyorlar mı? Ben susadım, bir bardak su için neler vermezdim şimdi.

İndiriyorlar arabadan, iniyorum. Koluma girip çekiştiriyorlar. Vuruyor bu kundura, sızım sızım sızlıyor ayaklarım. Jandarmanın umurunda değil pek. Adam yanıyor da umursamıyor, benim nazımı çeker mi? Adımlar adımları kovalıyor, miğferli adamlar çekiştirdikçe çekiştiriyor kollarımı. Pazar yeri gibi ortalık. Çocukluğumdaki gibi. Annem de bir eliyle pazar arabasını, diğeriyle beni sürükleye sürükleye gezerdi tezgâhlar arasında. Tutsak elime karşın diğeri muhakkak tezgâhtan tezgâha seyahat halindeydi, mısır koçanlarından üzüm salkımlarına. Elim dolsun da sağa-sola uzatmayayım diye iki poşet sıkıştırırdı elime, pazar eziyete dönerdi nihayetinde. Şimdi? Peşinen tutsak ellerim ama poşet taşımıyorum hiç değilse. Bir bardak da su olsa keşke, allı güllü bir bardak.

Neresi burası? Biliyorum. Güvenliği aşıp merdivenlere yöneliyoruz. Süzülüyorum baştan ayağa, süzülmeyi sevmiyorum. Her göz takılıp kalıyor ayaklarımda, kunduralarda. Ayaklarımdaysa tatlı bir acı, usulca yayılıyor, baştan uca. Her kaldırışta parmaklarım, indirişte topuğum… Rutin, önden arkaya yayılan bir sancı, tatlı tatlı. Ön, arka… Art arda.  Ön, arka… Ön. Duruyoruz nedense. Durdurmuş çaycıyı jandarma bir şey soruyor. Ne? Bilmiyorum. Cevaba yetişebiliyorum ancak.

“Soldan üçüncü kapı ama dolu şimdi. Bekleyin şurada.”

Aslında çaycıyı bulmuşken su istemeli. Değil mi? Jandarmanın yüzüne bakıyorum, ne kurumuş dudakları, ne bir damla ter akıyor alnından. Benim sırtım ter, süzüle süzüle iniyor mabadıma. Aldırmıyor jandarma. Adamlar yanıyor da aldırmıyor, benim nazımı mı çekecekler? Ön, arka. Ön… İlk kapıyı geçiyoruz. Ön, arka. Ön, arka. Ön, arka… Derken jandarmayla aynı anda adımladığımızı fark ediyorum. Aynı anda sol, aynı anda sağ. Demek askerlik de var kanımda. Her Türk asker doğarmış zaten, öyle derdi. Kim? Dedem. Sol, sağ. Sol, sağ. İkinci kapı da artık ardımızda. Sol, sağ. Sol… Sağdan sola, soldan sağa. Al da bayrağı düşman üstüne! Duruyoruz. Kolumdan tutup oturtuyor jandarma. Ben oturunca ayaklanıyor yanımdaki ihtiyar.

“Sen otur.” diyor esmer olan “Ben bir sorayım, neredeymiş bunun avukatı.”

Aheste, yürüyüp gidiyor. Ayaklarında uzun siyah botlar, uzaklaşıyor, uzaklaşıyorlar. Önce giderek küçülüyor botlar, sonra başka ayakkabılar arasında kayboluyor. Botlar, sandaletler, topuklular. Çeşit çeşit ayak ve ayakkabı. Kahve, siyah, bordo. Uzaktan bir kadın geliyor, telaşlı. Bir şarkının melodisini arar gibi ritim tutarak yürüyor. Yanınca yaşlıca bir adam, kelli felli bir amca. Elindeki dosyayı gösterip duruyor konuşurken, ayaklarının şeklini kunduraları. Geçip gidiyorlar yanımdan. Kunduralarda kalıyor gözlerim, bakıyorum bir kendiminkilere bir de amcanınkilere. Yeni değil hiç değilse.

“Sanık Rıdvan Çobanoğlu! Rıdvan Çobanoğlu!”

Ne isim ama. Yanımdaki asker ayaklanıp bağıran adamın yanına doğru ilerliyor. Bir şeyler konuşuyorlar, anlamıyorum. Kendi adı sanırım, yüksek sesle söylenmesinden utanıyor. Ben de utanırdım. Hışımla, “Salon değişmiş.” diyerek kaldırıyor beni. Bize ne? Bilmiyorum. Bağıran adama doğru yürüyoruz. Yürüyoruz ya adımlarımız nizami değil bu kez, savruk. Ne yapmalı? Önce bana uysun diye bekliyorum, uymuyor. Aynı savurganlıkla adamı geçip genişçe bir salona giriyoruz. Bakıyorum olacak gibi değil, ayak uydurmaya çalışıyorum. Sol, sağ… Karışıyor kafam, ayaklarım dolaşıyor birbirine ama olacak. İnanmak başarmanın yarısıymış. Öyle derdi. Kim? Sağ, sol. Sağ… Olacak, biliyorum. Duruyoruz. Olacakken duruyoruz. Daha olmadan duruyoruz. Bir el omzumda, yeniden. Oturuyoruz.

* * *

Kavgada gözünü ayırmamalı hasımdan, korktun sanır. Biliyor ki deminden beri dikmiş gözlerini, süzüyor. Ben de onu. Tam on yedi saniyedir. On sekiz, on dokuz… Gözüm, sulanıyor artık. Az daha dayanmalı, biraz daha. Yirmi dört, yirmi beş… Birinin gözlerine uzun süre ama baya uzun süre bakarsan korkunç yüzler görürmüşsün. Öyle demişti. Kim? Otuz üç, otuz dört. Otuz beş, altı kere altı. Son bir gayret. Kırkı çıkarırsam kazanırım. Hepi topu kırk saniye. Otuz yedi. Gözümdeki yaş taşıp kirpiğimin ucuna doğru usul usul ilerliyor. Usul usul. Öyle sakin ilerliyor ki, geçtiği yerde tatlı mı tatlı bir kaşıntı bırakıyor. Tatlı mı? Tatlı.

Oluyordu. Az daha oluyordu, olmadı. Hepi topu üç-beş saniye kalmıştı. Üç. Doğru.  Elimin tersiyle silip atıyorum süzülen yaşı. Olanla ölene çare yok derdi. Kim? Yeniden göz göze geliyoruz. İyice kazıyorum zihnime kara gözlerini, dişlek suratını, suratındaki o aptal ifadeyi. Her hareketini adım adım izliyorum. Pes ediyor, çeviriyor bakışlarını. Hele bir çevirmesin. İki saat boş bıraktık diye gelmiş mekânımıza çöreklenmiş it herif. Öyle kolay değil o işler, yedirmezler. Etrafı kısaca süzdükten sonra ayaklanıyor. Beraberinde ben de. Yeniden başlıyor bakışma düellosu.

Televizyonda pazar sabahları kovboy filmleri oynardı. Kahvaltıda açardı babam. Hemen her filmde düello olurdu. Yemeği bırakıp beklerdik heyecanla, acaba kim erken davranacak diye silahına. Çaktırmadan atıyorum elimi belime. Bu işte uyanık olduğun kadar refleksin de iyi olacak, ne erken davranacaksın ne geç. Derken ayak sesleri. Biri yaklaşıyor. Doğrulduğumuz gibi oturuyoruz. Sırası değil şimdi, zamanını beklemeli. Adım adım yaklaşıyor sesler. Bot sesleri, en az üç çift ve anahtar. Yuvaya girip gürültüyle açıyor kilidi, esner gibi gıcırdaya gıcırdaya aralanıyor kapı. Fırsattan istifade sıvışıyor bizimki, kaçıp saklanıyor yatağın altına. Menteşeleri yağlamanın zamanı gelmiş şerif.

 “Rıdvan Çobanoğlu, dışarı.”

Yaşa be! Demek sonunda fark ettiler. İt seni, gözünün yaşına bakmazlar da böyle koyarlar işte kapının önüne adamı.

“Rıdvan Çobanoğlu!”

Çık işte çık, uzatma. Uzadıkça süner, daha beter bu işler. Abi sözü dinle. Her kuşun eti de yenmez, bundan sonra öyle bilmediğin işlere bulaşma. Tamam mı abisi?

“Kalksana evladım.”

Ben mi?

“Sana diyorum çocuk!”

Üstüme yürüyor, siniyorum duvarın dibine. Gösteriyorum it herifin yerini ya yine anlamıyor şerif müsveddesi. Liyakat kalmamış ki memlekette. Öyle diyorlar.

“Ne? Ne var orada?”

Ele veriyorum Rıdvan’ı. Öyle satışa böyle kampanya. Var mı ihaleyi bize yıkıp kaçmak?

“Ne?”

Parmağımı doğrultup yeniden gösteriyorum. Parmağımın ucundan başlayarak takip ediyor işaret ettiğim yeri. Parmağımdan beton zemine, oradan Rıdvan’ın şekilsiz suratına. Küçük siyah gözlerini görünce basıyor kahkahayı. Koridor boyunca yankılanarak yayılıyor, büyüyor, büyüdükçe tizleşiyor sesi. Neye gülüyor? Niye? Şerifin gafletinden faydalanıp koşar adım çıkıyor hücreden Rıdvan. Ortalığı karıştırdı, kaçıyor. İt.

“Eşek kadar adamsın, şu kadar fareden korkuyorum deme bana.”

Korkuyor muyum? Biraz. Az.

“Tamam hadi gitti seninki, kalk artık.”

İyiden siniyorum köşeye. Odanın bir kolu, kulpu olsa da tutayım istiyorum, yapışayım, karışayım duvarlara. Duvar olayım, unutulayım bu köşede.

“Uzatma oğlum, tadında bırak. Hadi.”

Yatağın ayaklarına yelteniyorum; daha ilk hamlede yakalıyor şerif, kıvırıyor kolumu. Peşinden ufak olan gardiyan giriyor içeriye, iri olanın gelmesi için şerifin çıkması gerek. Çıkıyor da. Omzumda bir çift el. Çekip çıkarıyor girdiğim delikten, aydınlığa, koridora savuruyor. Önde irikıyım; çekiştiriyor kolumu, kelepçeliyor. Arkamda ufaklık, işlevsiz. Benimle birlikte sürükleniyor. Ve ışık, hücum ediyor gözlerime. Yumuyorum, yetmiyor. Ellerim. Ellerimi kaldırıp siper edeyim diyorum, delikanlılığı tutuyor ufaklığın, indiriyor. Gözlerim. Başımı kaçırayım diyorum, ona da şerif müsaade etmiyor.

 “Düzgün dur.”

Düzgün. En son Düzgün’de gördüm Gülsüm’ü. “Artist olacağım” demiş de, kasiyer almış babası yanına. Bakmadı yüzüme, bakkalın kızı Gülsüm. Taşındıktan sonra arayıp soramadım ya naz ediyor. Kız dediğin de nazlı olurmuş. Öyle diyorlar. Sola doğru manevra yapıyor irikıyım, savruluyoruz beraber. Hâlâ gönlü var bende, biliyorum. Anlarım ben onu, Gülsüm’ümü. Tersliyorsa kızmış demektir, kızmışsa seviyordur. İnsan sevmediğine kızmaz. Yeniden sol. Köşe başında biri kesiyor yolumuzu, göremiyorum. Kapatıyor irikıyım önümü.

“Müdürüm. Arkadaş yolcuymuş?”

Kenara kayıp gösteriyor beni irikıyım. Tanıyorum bu yüzü, tiz sesini. Nereden?

“Yolcu, yolcu.”

“Vay be müdürüm, nasıl da geçiyor zaman. Sonunda reşit oldu demek.”

Reşit değil. İhsan. İhsan Arslantürk.

* * *

Vapur düdüğü ile çıkıyorum güverteye. Koşar adım geçiyorlar yanımdan. Takım elbiseli adamlar yetişmek, ihtiyarlar sakin bir köşe tutabilmek için telaşta. Yalnız çiftler sakin, sorunları yok akıp giden zamanla. Başımda şapka, belimde önlük, salınarak yürüyorum güvertede. Salınıyor ama savurmuyorum tepsiyi, devrilirse usta keser beni.

“Çaycı! Çay! Sıcak çay!”

Simitçiyi arıyor, bulamıyorum. İskeleyi de süzüyorum ya, gelmemiş. Gelse bereketiyle gelir, simit alan çay da içer illa.

“Çay vereyim abi?”

İstemiyor.

“Çaycı! Çay! Sıcak sıcak çay!”

Taşıdıkça taş gibi ağırlaşıyor bu zıkkım. Altından tutayım desen sıcak, iki elle de tutamazsın dalgalı denizde. El mahkûm tutacaksın sapından, tutuyorum. Avuç içlerim sızlamaya başlayınca el değiştiriyorum. İyisi satmak birkaç bardak, sattıkça hafifler.

“Taze çay! Çaycı!”

Ötedeki ihtiyar el ediyor, gidiyorum. Ahbap sayılırız artık, müdavimim bu amca. Her sabah şekersiz, acı bir çay alır benden. Evden getirdikleriyle yer, içer. Parayla beraber çay kaşığını da çıkarıp bırakıyor tepsiye, yine.

“Eyvallah yeğenim.”

Eyvallah. Hâl hatır sormaya yelteniyor, savuşturuyorum başımdan. İyiden ağırlaşmadan birkaç bardak daha çıkarmalı elden ya telaşa gerek yok şimdi. Siftahı yapınca muhakkak gelir gerisi.

“Çocuk! Baksana.”

“Geldim abla.”

Bulunduğum sıradan çıkıp yaylana yaylana gidiyorum yanlarına. Ben varana dek gülüşüp duruyor, gelince susuyorlar. Benden mi bahsediyorlar?

“Ne kadar?”

“İki.”

“Buyur canım.” 

Var mı? Yanlarından ayrılırken bakıyorum tepsiye, yok. Paradan, bardaklardan başka bir halt yok. Cemil Abi’yle denkleşseler olurdu kesin. Kendi demişti, kızlar numaralarını falan da bırakıyormuş parayla beraber. “Aman uyanık ol, usta görmeden at cebe” de dedi ya şansımız yok işte. Haftada en az üç numara alıyormuş Cemil Abi, bazen de günde.

“Çaycı! Çay! Sıcak sıcak…”

Şanstan bahsederken paşam beliriyor güvertede. Almış yine babasını yanına, gezmeye gidiyor. Tepsiyi teğet geçerken iki çay istiyor babası, biri ılık. Çünkü zinhar sıcak içemez oğulcuğu, maazallah yakar damağını. Bazen şeytan diyor ki; bas fare zehrini, görsün. Bakmıyor bile, gözleri dalgalı denizde geçip gidiyor güvertenin burnuna. Dönüp giriyorum kamaraya, sapıyorum ocağa. Koridoru da geçince varıyorum ustanın yanına.

“Usta! Bir paşa çayı.”

Dem, üstüne çeşmeden su. Tepsiye bırakıp topluyor, sayıyor bozukları.

“Üç tane mi sattın sabahtan beri?”

“Simitçi gelmemiş daha.”

“Üç tane ulan üç, üç!”

“…”

“Neyse git hadi, bitirmeden de gelme.”

Üç taneymiş. Üç, üç! Simitçi yok diyoruz hâlâ, üç tane mi sattın? Her gün basarsan bayat çaya karbonatı almaz tabii insanlar it herif. Ben olmasam üç tane satamazsın; üç tane, üç, üç! Burnumdan soluyarak çıkıyorum güverteye. Vapur burnunu denize çevirdikçe rüzgâr iyiden iyiye hissettiriyor kendini. Deniz böyleyken insan yere sağlam basmalı bugün.

Bıraktığım yerde duruyor oğulcuğu, yamacında. Şapkasını çıkarmış, bayrak gibi savruluyor saçları. Uzatsam benim de savrulur ya izin vermez peder. Hem, ben de istemem. Yani ne o öyle. Yakışır mı erkek adama? Yakışmaz. Radarına takılmışız fark etmeden, el ediyor babası gideyim diye. Kolay mı? El etmekle bitmiyor abicim; çay taşıyoruz, üstelik su üstünde. Ha, deyince beliremem yani öyle yanında. Çatlama.

“Pardon.”

“Abi bir müsaade.”

“Çay var, aman.”

Yığınla insan, sonu gelmeyen minnet. Her ricada artıyor, ağırlaşıyor yüküm. Ve ellerim. Kan oturmuş ellerime, sızlamıyor artık. Derken. Bir an. O an. Koşan haşarı çocuk, ıslak zemin. Çekileyim derken kayıveriyor ayaklarım, yerdeyim. Çığlık, feryat figan. Çığlık, ağlıyor paşam. Kaburgamda sızı, ellerimde cam kırıkları, zemin soğuk. Kimsenin merakını cezbetmiyorum yine de. Gözler paşamda, paşam ağlamada, babası küfür kıyamet. Hep bugünü beklemiş gibi, açık arar gibi. Nihayet kalkıyorum, bakıyorum kunduram kayıp. Bakıyorum, ustam. Uzanmış duruyor pencerenin camında. Kızıla çalan esmer yüzüyle olan biteni izliyor. İzliyor, izliyor. Kayboluyor sonra. Başım önümde, elimde tepsi, tepsi harabe gibi. Dönüp giriyorum kamaraya, sapıyorum ocağa. Koridoru da geçince varıyorum yanına.

“Baba…”

Susuyor. Bulaşığı bırakmış, bakıyor öyle. Esmer yüzü kızıl, bakışları ateş. Geçiyorum eşiği, varıyorum yanına. Yeniden sesleneyim diyorum, özür dileyeyim. Olmuyor, yapamıyorum. Dönüyor, sancı. Tekrar. Ve tekrar…

Bir, iki. Kunduramın teki.

Üç, dört. Üstünü ört.

Beş, altı…

 

Popüler Yayınlar