İbra (II.Bölüm) / Burak Çakır




Küçük, küf kokulu, eski bir oda…
Odayı kaplayan daimi karanlık çekimser, sessiz…
Gece yeni misafirini izliyor usul usul, duvar ise yer yer çatlamış. İçeriye giren dondurucu rüzgâr da kırılıyor onu görünce, yanağına buseler kondurup yok oluyor odada. Oysa o bunlardan habersiz öylece yatıyor, ara ara sayıklarken nadiren de olsa birkaç damla yaş süzülüyor yanaklarından, eşlik ediyor sessiz feryatlarına;
“Gitmem gerekiyordu, biliyorsun…”
Sonra yeniden susuyor ama kâbuslarıyla boğuşmaktan kaçamıyor. Geçen üç yıl içerisinde mahkûm olduğu bu şehirde adımlamadığı hiçbir yer kalmamış, çalmadık kapı bırakmamıştı ne var ki muvaffak olamamıştı. Ümidini iyiden iyiye yitirdiği şu son iki ayda vücudu güçten düşmüş ve nihayet dün takat yettiremeyerek yığılıp kalmıştı. Yine de şikâyetçi değildi. Çünkü bu yorgunluk, bu hastalık ona sevdiceğinin nadide ve son hediyesiydi, sitem etmeyişinin veya tedavi olmak istememesinin nedeni de buydu ya zaten. Vücuduna bu hastalığı o vermişti ve ondan gelen her şeye razıydı en başından. Ah, bir de kendi gelebilseydi! Ebediyeti bir türlü gelemiyordu ve bitemiyordu bu hasret…
Dile kolay, ayrı geçen on yıl, on koca yıl! Kalbi aşk ateşiyle yanarken ruhunu donduran on yıl ve daha ne kadar süreceği meçhul bir hicran.

Hiç göremediğin birine yıllarca âşık kalabilmek, sadık olmak ne büyük bir erdemdir ya Rabbi! Bir nefes kadar kısa kadar ömründe onun adını haykırarak geçirmek, tüm engellere, tüm davetlere sırt dönerek aşkının peşinden gitmek. Aşkın varlığını inkâr edenlere verilecek en iyi cevap değil midir?
Ayrılacakları o son gün sarılıp ağlamışlar ve söz vermişlerdi:
-Melek’im gitmem gerekiyor, biliyorsun ama bu bir ayrılık değil bilakis aşkımızı deneyeceğimiz bir sınav. Nurum, benim bu sınavdan bir korkum yok!
-…
-Yoksa sen bize güvenmiyor musun, neden bu gözyaşları?
Melek konuşmaya çalıştı ancak hıçkırıkları buna mani oluyordu. Yutkunduktan sonra titrek dudaklarından ancak bir kelime dökülebildi:
-Gitme!
Bir süre cevap veremedi Mert, ağlamak istedi doyasıya ama sevgilisine destek olmalı ve teselli etmeliydi. Bir şiir geldi o an aklına:
“Biz hiç ayrılmayacağız sevgilim.
Ruhum senin, kalbim senin!
Mesafeler hicran belirtemez,
Gönüller bir oldukça!”
Yatağında sere serpe yatıyorken Mert, kapının dışından sesler geliyordu. Ürkek adımlarla biri yaklaşıyordu kapıya, nihayet kapının önüne gelince sesler kesildi. Sonra yine aynı ürkek edayla araladı kapıyı. Kapı tamamen aralanınca koşar adım terk etti odayı karanlık, rüzgâr ise hırsla hücum etti açılan kapının üzerine, kapı birden çarpıverdi, böylece hâkimiyetine kavuşmuş oldu gece.
-Gitmedim!
Kapının çarpmasıyla sıçrayarak uyanmıştı Mert. Zaten çarpan kapıya yeterince korkmuşken bir de Mert'in çığlıklarla uyanması garson kızı iyiden iye korkutmuştu, olduğu yere sinivermişti. Mert mahmur gözlerle etrafa bakıyordu hâlâ:
-Kim vara orada?!
Kızcağız sindiği duvar dibinden yavaşça doğrulurken cevapladı:
-Sibel ben, bu kafenin garsonuyum.
-Hangi kafe, neresi burası?
-Hani ıslanmıştınız da kafeye oturmaya gelmiştiniz
-…
-Sonra aniden çıkıp gitmiştiniz, ceketinizi unuttuğunuz için peşinizden geldim ama baygın bir hâlde bulduk sizi. Biz de buraya getirdik sizi…
Sibel bir süre eliyle duvarı yokladı ve lambanın anahtarını buldu sonunda. Düğmeye basınca odaya hafif bir ışık yayıldı. Odanın tamamını aydınlatmaktan aciz bu ışık Mert’in gözünü almaya yetmişti bile, gözlerini iyice umarak:
-Kapat şu lambayı, uyumak istiyorum!
-Ama kâbus görüyordunuz.
-Hayır, onu görüyordum! Lütfen kapat şu lambayı.

Devam edecek…


*Arapça kökenli sözcük. Türkçe: Aklama, temize çıkarma. Bir kimseyi bir yükümlülük veya borçtan beri kılmak, kurtarmak anlamında kullanılır.

Popüler Yayınlar